Bir ideolojik yakıt olarak korku
“Güçlü lider”, “dediği dedik tek adam”, “otoriter figür”, kendini çaresiz ve savunmasız hisseden insanın, korkularına çare saydığı bir merkez olarak görülmektedir: Hangi korkuları yaşıyorsa, bunların kaynağı olarak kimleri görüyorsa, hepsine “heyt” çekecek, kodu mu oturtacak, vurdu mu ses getirecek bir lider…
Tanımlama çoğu kez zor iştir; ama riskini de göze alarak bir egemen ideoloji tanımı yapalım:
Egemen ideoloji, halkta geleneksel olarak var olan, çoğu kendiliğinden duyguların, algıların, yönelimlerin ve motiflerin egemen sınıfın ideologları tarafından yeniden şekillendirilerek belirli kalıplara sokulması ve kaynağına, yani halka bu şekilde sunulmasıdır.
Önemli ek: Halktaki duygular, algılar, yönelimler ve motifler arasında, başatlığı dönemlere göre değişse bile korkunun her zaman bir yeri olmuştur.
***
20. yüzyıla bakarsak, 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde savaşın halka “satılmasında” şu ya da bu ülkenin “tehdidi” ve bu tehdidin yaydığı korku tepe tepe kullanılmıştır. Almanya’da Hitler’in yükselişindeki önemli etmenlerden biri, Alman halkının kıtadaki geleneksel Yahudi düşmanlığına (ve korkusuna) teşneliğidir. 1945 sonrası Soğuk Savaş dönemine gelirsek “kızıl tehlike/tehdit” (“red menace”) başta ABD olmak üzere batı dünyasını uzunca bir süre taşıyan ana korku temalarından biri olmuştur.
Devamı, 11 Eylül 2001 saldırılarıyla gelmiştir ve son 20 yıl, geçmiştekinden farklı olarak, korku temalarının bir tekile indirgenemeyecek kadar çeşitlenmesine tanıklık etmiştir.
Devam etmeden, burada açıklayıcı bir not gerekiyor: Hiçbir egemenlik, halkta bunun nüveleri, eğilimleri ve yönelimleri olmadan, yani ortada elverişli bir nesnellik yokken kendi başına korku icat edemez. Başka türlü söylersek, kendi halinde saf ve temiz bir varlık olan halkın, yukarılardan, egemenlerden gelen ideolojik kalıplar nedeniyle başka türlü tamamen azade olduğu korkuları yaşamaya zorlandığı düşüncesinin bilimsel bir temeli yoktur.
“Popülizm” aranıyorsa, işte bu düşüncede vardır…
***
Yukarıda kaba hatlarıyla anlatılan düşünceleri güncelleyip Türkiye dahil olmak üzere dünyanın bugününe baktığımızda iki ana belirleyen görebiliyoruz.
Birincisi: Çağımızın “iletişim temelli enformasyon çağı” olması, paradoksal biçimde hem gerçek iletişimi hem de doğru enformasyonu aşındırıcı ve geriletici sonuçlar vermiştir. Bugün insanlar gerçek iletişim ve etkileşimin geri planlara düştüğü sanal ortamlarda doğrusu yanlışı, gerçeği uydurması bir arada yığınla “bilgiye” maruzdur. Bu ortamda insanlar neyin gerçek olduğunu ayırt etmekte zorlanmakta, çoğu durumda bir uydurma üç doğruyu götürmektedir.
İkincisi: Kapitalizmin ülkelerde her boşluğa girecek, her tür izolasyonu kıracak bir yayılma göstermesi ve “küreselleşme” denilen uluslararası entegrasyonu, insanı alışageldiği az çok korunaklı, kendi özelinde belirli egemenlik alanlarına sahip olduğu ortamlardan yoksun bırakmakta, kendisini (her nasıl tanımlanırsa) “dışa” karşı daha çaresiz ve savunmasız hissedecek duruma getirmektedir.
Bu iki belirleyenin bir arada oluşu, çaresizlik, etkisizlik ve savunmasızlık gibi algılarla birlikte korkuları da tetiklemekte, insanlar korkularının nedeni/kaynağı saydıkları bir “öteki” arayışına girmektedir.
Egemenler de bu arayışı elbette karşılıksız bırakmamaktadır.
***
Şimdi madalyonun diğer yüzüne gelebiliriz.
“Güçlü lider”, “dediği dedik tek adam”, “otoriter figür”, kendini çaresiz ve savunmasız hisseden insanın, korkularına çare saydığı bir merkez olarak görülmektedir: Hangi korkuları yaşıyorsa, bunların kaynağı olarak kimleri görüyorsa, hepsine “heyt” çekecek, kodu mu oturtacak, vurdu mu ses getirecek bir lider…
Yunanlılar, Ermeniler, dış mihraklar, faiz lobileri, mason locaları, Aleviler, Kürtler, ateistler, LGBTI, cami yakanlar, sığınmacılar ve başkaları…
Kim varsa…
Peki ne yapmalı?
Halkın durumu ve yönelimleri söz konusu olduğunda ortadaki sorun kuşkusuz öyle hemen çözülebilecek cinsten değil. Ama en azından “baba” figürünün, “dünya lideri” sıfatının, kadiri mutlak lider imajının temsilcisi kişinin siyaseten kaybetmesini ve yenilmesini sağlayacak bir adımın atılması ve böylece yapılan atıfların altının boş olduğunun gösterilmesi yerinde olmaz mı?
Unutmayalım: “O kişinin” gitmesi, başka her şey bir yana pek çok kişiyi “O bile gitti” düşüncesine yöneltecektir ve bu da olumlu bir gelişme sayılmalıdır.