Bir kalpten daha fazlasına ihtiyacımız var
Bize derman olmayacak söylemlerden, tartışmalardan öte bir hayat var dışarıda oysa. Duyguları bize benzemeyen, bizim gibi konuşmayan, bizim gibi bakmayan, hayatın ve hayatta kalmanın en sade, en can alıcı haline tutunan yüzbinler, milyonlar var.
Anlamak, hissetmek ve yükü paylaşarak hafifletmek, sesimizi her yana duyurmak ve “mış” gibi yapmaktan yakamızı kurtarıp, hakikati “ama”sız, “fakat”sız savundukları için yanımızdan yöremizden alınarak dört duvar arasına sürüklenenler için daha fazlasına ihtiyacımız var.
Alışıyor, alıştırılıyor, unutuyoruz ve evet, en can yakıcı olanı budur.
Aramızdan koparılanların uğruna mücadele ettikleri şeylerin, zamanın öğütücü sessizliğine terk edilmesi ürkütücüdür gerçekten.
Elini taşın altına koymak isteyenler için de bir duraklama halidir bu. Gücü elinde tutanın kazanım hanesine yazılan her hal, umut ettiğimiz, hayal ettiğimiz geleceğin elimizden daha fazla çalınmasıdır. Güce rıza gösteren her cümle, her eylem, her lakaytlık, hakikatin etinden bir parça koparmadan durmaz çünkü asla.
Mücella ablanın cezaevinden “daha kırkımız çıkmadı” sözü bu yüzden çok ağır.
Kendi içimizde adil olmayı, hakiki olmayı koruyamadığımızda, başkalarının adalet için çırpınan iradesini bir hiçe dönüştürmemiz kaçınılmaz oluyor.
“Daha kırkımız çıkmadı” sözünün muhatabı bu yanıyla bir kişi değil.
Biziz muhatabı ve muhatabı değilmişiz gibi yaparak kurtulamayız bu gidişattan. Eğer bu kadar “rahat” çiğnenebiliyorsa, “nasıl olsa unutulur” denilerek, kadrajlara bu kadar rahat giriş yapılıyorsa, sorumluluk hepimizindir.
Bu nedenle hepimiz kendi kişisel tarihimizin adaletsizliği ile yüzleşmek zorundayız. Savruluyorsak yüzleşmediğimizdendir.
Yaşananları, yaşanacakları hatırlatmanın, cümle kurmanın sorumluluğunun dahi içeridekilere yüklenmiş olması üzerine düşünmek zorundayız.
Ne Demirtaş ve arkadaşları ne Gezi Davası tutsakları ne gazeteciler ne de hasta tutsaklar kendilerini hatırlatmak zorunda kalmamalı ama kalıyorlar. Bizim yerimize düşünmek, bizim yerimize takip etmek, bizim yerimize söz kurmak, bizim yerimize umutlanmak içeridekilerin mecburiyeti oluyorsa, bir şeyler yanlış demektir.
Yeri gelmişken;
Bağımlısı olduğumuz nahoş ruh halimizi açık edene duyduğumuz öfkenin asıl nedeni, bizi kıskıvrak yakalamış olmasının yanı sıra, biraz da içine çekildiğimiz çaresizliğin, “büyük resmi görelim” söyleminin vasatlığı ile ilgilidir.
Oysa, birisi kızıyorsa kimden yana kızıyor diye bakmak, birisi bağırıyorsa kimden yana bağırıyor diye düşünmektir doğru olan.
İçinde bulunduğumuz durumu açık eden sözlere duyduğumuz öfkemiz, “beyaz muhalif”lerin, rahatına aracılık ediyorsa ve bir dakika “siz kimsiniz” sorusunu soramayacak kadar körsek, sağırsak, sorunu belki de kendimizde aramalıyız.
Herkesin hakikati omuzladığı yük kadardır.
Neyi yapmıyoruz sorusunda gizlidir bunun cevabı. Gerçekte yapmak zorunda olduklarımız ile yapabildiklerimiz konusunda idare etmeyi tercih eden halimizde somutlaşandır o. Güçsüz olduğumuzdan değil, bir yöntem olarak kolay olanı tercih edişimizdedir.
Yaratıcılığımızı, varlığımızı, var olma nedenlerimizi körelten yeterlilik duygusu, tarihsel ve kişisel sorumluluklarımızı idare etmeye başladığında, kendini tekrar etmenin kolaycılığının bir virüs gibi hayatımıza yapışması da kaçınılmaz olur.
Ve böyle başlıyor birbirimizi eğlemenin, birbirimize solculuk yapmanın bıkkınlık verici hali. Sürekli kendimizi tekrar eden yoruculuktan medet ummak, iri cümlelerle gerçekliğimizi gizlemek ve aslında hiç olmadığımız şeye inanmak… Aldatıcılığın paradoksu bu.
Bize derman olmayacak söylemlerden, tartışmalardan öte bir hayat var dışarıda oysa. Duyguları bize benzemeyen, bizim gibi konuşmayan, bizim gibi bakmayan, hayatın ve hayatta kalmanın en sade, en can alıcı haline tutunan yüzbinler, milyonlar var.
Temas etmenin en can alıcı dönemindeyiz vesselam. Yolunu, yordamını bulmak zorunda oluşumuzun gerçekliği ile karşı karşıyayız.
Gel gör ki “kim ne der” parantezinde bir kovalamaca halindeyiz daha çok. “Kötünün iyisi” olmak ile onu aşıp koşmak arasındaki farkı yeniden yakalayamazsak, ikinci yüzyılın ezikleneni olmaktan da kurtulamayacağız.
Gezi Davası’nın hepimizin turnusolü olduğunu biliyoruz.
Mücella ablanın “daha kırkımız çıkmadı” cümlesi üzerinde düşünmek zorundayız.
O söz, içinde bulunduğumuz halin ibret verici bir yanını tarif ediyor çünkü. O sözü başka birine söylenmiş gibi okumak, gerçekliğimizden kaçmak olur. Sarsıcılığını birinin sırtına yükleyip, kendi hakikatimizden gizlenmek olur.
Hepimiz adına ödenen bir bedel ve hepimizin onurunu da koruyan bir duruş var ortada.
Bu nedenle, hesabı onlara ödetip kalkamayız masadan. “Mış” gibi yapamayız.
Bir kalpten daha fazlasına ihtiyacımız var bu nedenle ve onu ortaya çıkarıp, göstermek zorundayız.
Bize ait olanı bugün sahiplenemezsek, yarına dair kurduğumuz her söz, riyakarlığın kalabalıklaşması dışında hiçbir şeye yaramayacak ne yazık ki.
“Helalleşmek” ile “Hesaplaşmak” arasında kalın bir çizgi var bu nedenle. Yaşadıklarımızın üstünü çizmek isteyen “Helalleşme” ile, “Hesaplaşma” diyerek altını kalın kalın çizmek isteyen anlayış farkının önemi de tam burada.