Devletin elinden çıkan her vahşetin, işkencenin, ölümün suçlusu ilan ediliyoruz ve her defasında lütfedilen “açıklama” içinde bir paragraf olarak kalmaya devam ediyoruz. Devletin elinde kimin can verdiğine bakıp, sesimizi, yüzümüzü çevirdiğimiz her yerde, kendi haysiyetimizi sırtından vuruyoruz. Acıtmıyorsa bu, hiçleşmişiz demektir.
Ortalık hiçleşmiş olanlarla dolu. Elimiz, kolumuz çarpmıyorsa onlara, az olduklarından değil, hiçliğin büyüyüp, hepimizi içine almasından.
Gücü elinde tutanın sözlerine inanmaya kaç kez gönüllü olduk kim bilir. Ölüyorsak, öldürülüyorsak, işkence çığlıkları karakollardan sokaklara taşıyorsa, çocuklar, kadınlar katlediliyorsa, şiddetin alçak yüzüyle hayatın her alanında karşılaşıyorsak, düşenin yanından geçiyor, duyduğumuz her çığlıktan hızla uzaklaşıyor, okuyor, görüyor, duyuyor ama kapatıyorsak yüreğimizi, hiçlik sarmalı çoktan kapmıştır hepimizi.
Sığındığımız yerler bize ait değil, saklandığımız yerler bize ait değil, arkasına geçip ateş ettiğimiz sosyal “siperler” bize ait değil, sahip olduğumuz konforlu alanlar, kendimizi güvende hissettiğimiz yerler bize ait değil. Yarattığımız tüm korunaklı alanların sahibi bu iktidar. Ne kadar o alana sığınırsak, elimizden alınacağı korkusu o kadar çok büyüyor. Korkunun en beteri, içine hapsolduğumuz yerdir ve en kötüsü böyle olduğunu bile bile ona teslim olmaktır.
Kanmanın, kanmalarımızın ortağı oluyor, bulaştırıyoruz.
Kandıkça iyi gelen, kandıkça rahatladığımız, başkalarından kahramanlık, cesaret beklediğimiz ve her defasında öne attıklarımızı unuttuğumuz, yan yana görünmekten kaçındığımız, göz göze gelmekten ürktüğümüz bir “hikâye” bu. Öyle olmasa, hakikati dile getirenlere sövmez, gerçeği yüzümüze vuranlara öfkelenmezdik. Gücün karşısında yapayalnız bıraktığımız sözlerin, cümlelerin içinde saklı her şeyimiz.
Osman Şiban ve Servet Turgut’a işkence edip helikopterden aşağıya attılar. Söylemesi, yazması bile kanatıyor insan olanı. Kan çanağı gözlerle ilk defa tanışmıyoruz elbette ama içimize yerleşmiş devlete kanmaya gönüllü oluşumuz, kendi eliyle kapatıyor her defasında ağzını. Kürde uygulanan devlet şiddetini “aile içi şiddet” kıvamında geçiştiren bir kanıksama, çok uzun zamandır musallat ruhumuza.
“Çok şey etmemek gerek” ,
“Çok sivri laf etmeyelim şimdi”,
“Kürt demeyelim şey olmasın” ,
Derken, hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi kala kaldı gözlerine kan çökmüş iki Kürdün başına gelenler.
“Bizi attılar, attılar” diyebilen bir çift tekrar bize ulaştığında, biz çoktan çekilmiştik “şey etmeyelim” vaziyetine.
Derdi Kürde yükleyip, suçu Kürde yapıştırıp, azabı bırakıp çekilmenin “güvenli alan” kodu olduğunu ezber etmiş tüm o iç seslerin toplamı, devletin kaleminden “açıklama” olarak düştü elbette önümüze.
“Kaçarken kayalıklardan yuvarlanmış” dedi devlet ve parmağını sallayıp “çirkin emelleri” işaret etti.
Öyle ya; Roboski’de köylüler kendini bombalatmıştı,
Metin Göktepe kafasını duvara çarpmıştı,
Festus Okey nasıl olmuşsa karakolda boynundan vurulmuştu. “Olay yeri zabit tutanağı” silahın sahibine hazırlatılmıştı. “Yaşanan arbede sırasında” yine biri karakoldan ölü çıkmıştı.
Berkin’in kafasına gaz fişeği rast gelmişti.
13 yaşındaki Uğur’un bedenine yaşı kadar doldurulan mermi de,
Çocuk Ceylan’ın tepesine inen havan topu da oradan geçerken “istenmeyen olay” dı.
Öyle ya, Kemal Kurkut, üstü çıplak, sırtından vurulmak için kaçmıştı.
Çalıştıkları fırının önünde polislerce katledilen Orhan ve Muhammet “şüpheli hareketler” göstermişti.
Karakolda ayakkabı bağcığı ile kendini asmıştı bir başkası,
Bir başkasının ayağı kaymış kafasını zemine çarpmıştı,
Bir başkası emniyetin binasından kaçmak için pencereden atlamış ve ölmüştü.
Bir başkası, sonra bir başkası, sonra bir başkası…
Ve şimdi bir vali, gözüne kan inmiş bir insanın ifadelerin üstüne basıp, “operasyon vardı” diyor, “şehit vardı” diye ekliyor, “yardım yataklık şüphesi” ile hiza verip “kaçarken kayalıklardan düştü” ile tamamlıyor açıklamasını.
“Operasyon”, “şehitler” ve “yardım yataklık şüphesi” üçlemesiyle, “devletin güvenliği” üstünlüğüne tezgâh kuran resmi açıklama, içimize yerleşmiş devlete sinyal vererek, yapıyor yine ve yeniden yapacağını.
Ana muhalefet, kahvehane ve pişpirik derdini büyük bir ciddiyetle tartışma konusu yapıyor.
Sesi yok, sözü yok gözlere inen kana. “Bizi attılar attılar” diyen o insanın sesine, devlet sağırlığı ile cevap veriyorlar.
“İşte özlenen birlik” manşetleriyle göz dolduranlar, “Atatürk’e nasıl hitap edilmeli” tartışmasının en önünde koşuşturanlar, havaya diklenmiş burunlarının seyri halindeler.
“Bizi attılar, attılar” diyen Kürde, bunu devletin hakkı görenlerin, hakka tapan halleri “oh olsun” a çoktan teslim etmiş ruhunu.
Daha beteri ise bizde.
İnsan yanında değilse haklı olanın, omuz başında değilse adalet arayanın, elini taşın altına koyanların etrafından dolanıyorsa, çıkmazın büyüğü bizde demektir.
Hadi “çıkmaz” demeyelim, umutsuzluk gark eder ama umut etmek bir inkâra dönüşüyor, onun parçası oluyorsa, bence umut etme yolumuzu değiştirmeliyiz artık.
Hesabını soramıyorsak, umut bize ait değildir. Yoksa karşılığı sokakta, bahanemize dönüşmüş demektir.
Umut etmekte sorunumuz yok, çok açık ki onu örgütlemek de bizim sorunumuz ve elbette kendiliğinden olacak iş değil bu.
“Bizi attılar, attılar” diyen sözlere yüzümüzü dönüp, o kan çanağı gözlere bakıp, neyi, nasıl umut etmemiz gerektiğini yeniden düşünmeliyiz.
Yoksa hepimizi atacaklar.