Önce ve yine Rennan Pekünlü’ye dair;
Bu yazı yerine asıldığında, Rennan, avukatı ile infaz savcısının karşısında olacak. İnfazının biçimini ya da kelepçenin bileğe iz düşüşünü konuşacak…
Kimilerine göre ve hesapça Rennan esir alınacak…
Oysa Rennan’ın yüreğinde bundan böyle de tek bir esirlik olacak…
Gözlerinin çeliğinde sadece,
“…sen esirliğim ve hürriyetimsin,/ çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,/ sen memleketimsin.
sen ela gözlerinde yeşil hareler,/ sen büyük, güzel ve muzaffer/ ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...”
… Diye yazacak…
Rennan, esir alınan güzel memleketin, esaretine olan isyanını yatmak üzere…
… Yüksünmeden, nümayişsiz…
… Yüreğinin cesaretini yarın doğacak yeni güne adayarak…
… Ve güneşli günlere olan inancımızı bugüne katmak üzere,
… Hepimiz adına hapisliğini yatmaya başlayacak…
Burjuvanın hukukunda, laikliğin nasıl da vazgeçilir olduğuna…
… Şaşanı varsa, onun aklına şaşarak…
Ve Anayasaya, başlangıç hükmü diye “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” diye yazanların, şimdi dinci gericiliğin bağnazlığına yataklık yapmasına hiç şaşmayan Rennan, esarete esirlikle direnmek üzere kodesin yolunu tutacak…
Çünkü Rennan, ona zindan edilmeye kalkışılan hayatının aydınlığını yaşamaya, kendi ayaklarıyla yürürken…
Yani tarihin bu aralığında diktatorya ya inat, inanılan günler adına onun eline esir verebilir…
Oysa…
Ve artık mesele…
… Ayrıntıda boğularak, hukukun katledilmesine ağlaşmak hiç değil…
Öyleyse…
“…mesele esir düşmekte değil,/ teslim olmamakta bütün mesele!”
Ve mesele…
… Nasıl teslim alınamadığını, bağnazlığın prangası boynuna geçse bile…
… Mesele, halkına düşmanlara gösterebilmekte…
***
İsimsiz yaşayıp, isimsiz göçmüş güzel insanlar hep oldu bu memlekette…
Ali Arıklı da, bu isimsizlerden biri olarak gelip geçti şimdilerde…
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde, öğrenciliğe başladığım yıllarda, Tandoğan’da, Makine Kimya’nın devasa binasına komşu fakültemizin mütevazı ve küçük binasında ve onun bodrum katında, öğrenci kantinine bitişik birkaç küçük odada, ailesi ile birlikte yaşayan fakülte emekçilerinden birisi diye tanıdım onu ilk defa.
Ali, Remzi, Yaşar ve Hurşit…
Hafızam beni yanıltmıyorsa, yaşama tutunma mücadelesinde bir yandan sosyal dayanışmanın örneğini veren Fakülte Hocalarının ve gelmiş geçmiş Dekanların izniyle, sadece Fakültenin çalışanı değil, binanın içinde yaşayanı olarak hayat sürdürüyorlardı.
70 li yılların başında, Türkiye üniversitelerinin aydınlanmaya yeniden gözünü açtığı bir çağda, biz güzel günlere olan inancımızı, bu adını andığım emekçi aileleriyle beraber iç içe çoğaltırken, kimisi emekleme çağında olan çocuklarını, fakülte işgallerinde kucaklarımızda taşıyarak, hep beraber büyüyorduk.
Fakültenin kırmızı bir Volkswagen minibüsü vardı…
Bir müteharrik makine değilse bile, katır gibi dayanıklı ve Anadolu’nun dağını bayırını ezberlemiş bir vasıtaydı. Botanik gezilerinin ve bilimsel araştırmaların önemli bir parçasıydı ve aracıydı. Son zamanlarında motoru, kalbi hasta bir yaşlı gibi tekleyen ve azami yıl tutuşu saate kırk kilometreye düşen bir yorgunluğa eriştiğinde, önce arka bahçede parka alındı. Akıbeti ise Devlet hurdalığına teslimle tecelli etti. Kendisiyle beraber, kendisini nöbetleşe kullanan şoförlerimiz Ali, Remzi ve Yaşar’ı da eskitti ve emekli etti…
Ali Arıklı 1972 de devlette çalışmaya başladı. Vasıfsız memuriyetinin hemen başlangıcında, Fakülteye şoför olarak geçiş yaptı. Yaşarken, yarım kalan okumasına, becerebildiği kadar devam etti. Önce orta öğretimi ve sonra da Endüstri Meslek Lisesi’ni bitirdi ve teknisyenliğe terfi etti. Kendine yapamadıklarını evlatlarına kazandırma ve cehalete, yoksulluğa karşı eğitimle çare arama hakkını sonuna dek kullandı. Oğlu şimdilerde orduda albay, kızını ise içinde büyüdüğü fakülteden mezun ederek eczacı yaptı.
1999 da emekli olduğunda, ben çoktan o fakülteden ayrılmış ve Gazi’ye geçmiştim. Yani son zamanlarını hiç bilemedim.
Geçtiğimiz senenin sonunda emri hak vaki olmuş ve Ali Arıklı’da gelip geçer olmuş.
Geçerken, ardında bir vasiyet bırakır ki sıkı durmak gerekir. Ömründe olup, olan ve mülk diye edinebildiği küçük arabasının, kendi ifadesince “yıllarca ekmeğini yediği Fakülteye” verilmesini evlatlarından ister. Evlatlar ahde sıkı bağlıdır. Çünkü babaları, en büyük zenginlik olan “insanlığı” onlara miras bırakmıştır. Önce babalarını, Sincan’ın Ücret Mahallesindeki son istirahatgâhına koyarlar ve sonra gelip Fakülte yönetimine son arzuyu ve vasiyeti iletirler.
Araba, araba olarak verilemez. Mevzuat hazretleri böyle emreder. Satılıp parası Üniversitenin veznesine yatırılır. Sonrası mı; Fakültenin emektarı Ali Arıklı’nın adı, şimdi onun parasıyla yaptırılıp, tefriş edilen bir toplantı salonun kapısındaki plakaya asılır.
İki gün önce, adına düzenlenen törenle, toplantı salonu Fakültenin hizmetine açılır. Artık Ali Arıklı, ekmeğini yediği Fakültesinde ebediyen yaşayacaktır…
Haberim sonradan oldu. Törenine gidemedim. Değilse ve ilk fırsatta Fakülteye uğrayacağım. Adının verildiği salonda oturacak ve bu güzel emekçi insanın insanlığını saygıyla anacağım…
Söz tükenmese de, bu yazının da sonu var…
Büyük insanlık Rennan’ın esaretinde, Ali’nin ödünsüz ve teslim olmadan hayat mücadelesinde ve yarına olan inançlarda büyümeye devam edecek.
"…Ve elbette ki, dostlar, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle/ işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet…"