“Devlete yıkılan siyaset”
Bugünkü düzen içi siyasal mücadele ve çekişmelerin nabız atışları ise şuradan alınabilir: Mevcut siyasal rejimin, tam silip atamadığı “devlet aklına” kendisiyle geçinme yollarını arayıp bulma çağrısı yapacak noktaya gelmiş olması, muhalefetin ise halka vermeye çalıştığı mesajlar kadar üçgenin Devlet köşesinde kalmış olan aklı uyandırmaya, canlandırmaya, ona yeniden bir ağırlık kazandırmaya yoğunlaşması…
Önce okuru ısındırmaya çalışalım. Eğitimlerde böyle şeylere “buz kırıcı” diyorlar; konunun “teorik çerçevesi” ise daha sonra geliyor…
Buz kırıcılar, son dönemde medyada yer bulan kayda değer tutumlardan, kararlardan ve söylemlerden oluşuyor.
Örneğin kimi mahkemeler rejimin hiç de hoşuna gitmeyecek kararlar alabiliyor. AYM Başkanı Zühtü Arslan çok seyrek de olsa bu ülkede hukukun hala var olduğunu düşündürtecek çıkışlar yapabiliyor. Rejim tarafından Bülent Arınç’a zaten alışmıştık, fazla ciddiye alınmayabilir. Ancak aynı taraftan Cemil Çiçek de güncel siyasetin akışına üstten ve bir bakıma “devlet aklıyla” bakan şeyler söyleyebiliyor.
Cumhuriyetçi-seküler emekli askerler Montreux beyannamesinin ardından bugün İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri konusunda iktidarın “zamanlama hatasından” ve “kartlarını erken açmasından” söz ediyor, vesaire…
***
Ama bunların hepsinden daha önemli sayılabilecek başka işaretler de var.
Örneğin, Kılıçdaroğlu “Devlet içinde SADAT’tan rahatsız olanlar var” dedikten sonra Erdoğan “SADAT’la uzaktan yakından bir alakası olmadığını” söyleme gereğini duyuyor. Sonra, aynı Erdoğan 18 Mayıs günü grup toplantısında yaptığı konuşmada “belirli çevrelere” işaret ederek “Başkalarına yaptıramadığınız şeyleri Bay Kemal’e yaptıramazsınız” diyor ve hemen ardından ekliyor: “Oturun bizimle birlikte nasıl çalışabileceğinizin hesabını yapın…”
Bütün bunlar ne anlama geliyor?
***
“Devlete yıkılan siyaset” başlığını ilk kez kullanmıyoruz; bu yazıda tırnak içinde kullanmamızın nedeni de bu.
İlk kez Sosyalist Politika dergisinin Eylül 1994 tarihli 2. sayısında yayınlanan uzunca bir yazıda kullanmıştık. Aradan geçen 28 yılda içindeki parametreler fazlasıyla değişmiş olsa bile çerçeve yerinde durmaktadır. Bu çerçeve, düzen siyasetinin akışında her zaman yeri olmuş ve olacak sermaye sınıfı-Devlet-siyasal partiler üçgenidir. Halk, kitleler, seçmen, vb. kuşkusuz çok önemli bir parametredir; ama düzen siyaseti önünde sonunda bu üçgene yerleşmek zorundadır.
Türkiye’de düzen siyaseti, bu üçgenin her bir köşesinin diğer iki köşeyle belirli bir uyum içinde olmasını, belirli dengeler gözetmesini gerektirir. Devlet, elbette sermaye sınıfının elindeki bir araçtır; ancak sermaye sınıfı hiçbir zaman devletin bizatihi kendisi olamaz; düzenin siyasal partileri, halkı peşlerinden sürüklemek, oy almak ve seçim kazanmak için ne yaparlarsa yapsınlar, aynı anda hem sermaye sınıfını hem de devleti gözetmek zorundadır, böyle gider…
***
Çerçeve, bugün de budur.
Ancak çerçevenin içindeki parametrelerde gerçekten önemli değişiklikler olmuştur. 20 yıllık AKP iktidarı “bürokratik vesayete” son verme adına kendisi devlet olmaya çalışmış, tam anlamda olmasa bile önemli bir başarı sağlamıştır. Bugünkü düzen içi siyasal mücadele ve çekişmelerin nabız atışları ise şuradan alınabilir: Mevcut siyasal rejimin, tam silip atamadığı “devlet aklına” kendisiyle geçinme yollarını arayıp bulma çağrısı yapacak noktaya gelmiş olması, muhalefetin ise halka vermeye çalıştığı mesajlar kadar üçgenin Devlet köşesinde kalmış olan aklı uyandırmaya, canlandırmaya, ona yeniden bir ağırlık kazandırmaya yoğunlaşması…
28 yıl öncesine göre fark, o zamanlar Devletin ve aklının siyaset alanına dayatıcı müdahalelerde bulunabilmesi, bugün ise üçgenin bu köşesinin iktidar için bir modus vivendi arayışına, muhalefet içinse “canlandırma” çabalarına konu olmasıdır.
Aradaki içerik farkına rağmen her iki durumda da siyaset devlete yıkılmaktadır.
“Bu çerçevede emperyalizm nerede?” diye sorulursa verilebilecek yanıt basit ve açıktır: Vardır, ama bir “dışsal” etken olmaktan çok kendini üçgenin her köşesine “sokacak”, bu köşelerde kendi varlığını duyuracak, mesajlarını verecek şekilde…
Asıl dinamik, orada değil üçgenin kendisindedir.
***
Yazının fazla uzamaması için iki noktaya değinip bitireceğiz.
Birincisi: Devlete yıkılan siyasetin düzen içi başlıca aktörleri rejim tarafında AKP, MHP ve BBP; muhalefet tarafında ise CHP ve İyi Parti’yle birlikte ne olduğu tartışmalı Ümit Özdağ partisidir. Davutoğlu ile Babacan’ın partileri ise, ilki dış odaklara ikincisi sermaye sınıfına özel yakınlık tesis çabalarına ve “devlet aklına” bu yollardan oynamalarına rağmen diğerlerinin gerisinde kalmaktadır.
İkincisi: Çizilen çerçeveye göre siyasetin akışında varılabilecek noktalardan biri (muhalefet tarafında) gerçek anlamda bir liberal restorasyondan çok Devletçi-Batıcı-NATO’cu konsolidasyon gibi görünmektedir.
Bu söylenen, düzen dışı muhalefetin çizgisi açısından da ipuçları vermektedir: Rejim ve düzen içi muhalefet halkın sorunları ve duyarlılıkları kadar (hatta bundan daha çok) devlete oynuyorsa, muhalefetin yapması gereken, üçgenin “siyaset” köşesine halkın ağırlığını koymak, bu köşeyi düzen güçlerinin kapalı oyun ve av alanı olmaktan çıkarmaktır.