Rejim, neyin olup neyin olamayacağını iyi bildiği halde önündeki kapıları içerde belirli bir ortam yaratmak, bir hava yakalamak için mi bu kadar zorluyor, yoksa gerçeklikle düş ve özlemler dünyası arasında gelgitler mi yaşıyor?
İkisi birden olamaz mı?
Bizce olabilir.
Rejimin aklı, bu gelgitler sırasında düş ve özlemler dünyasına geçtiğinde iki büyük tarihsel tekerrür fırsatını son bir iki haftaya sıkışan dar bir zaman kesitinde kaçırmış olduğunu düşünüp hayıflanacaktır.
Biri “Mercidabık Zaferi” (1517); diğeri de Kırım Savaşı’dır (1853-1856).
“Nereden çıkarıyorsun, hiç akıllarına gelmemiştir” demeyin; özellikle düşler ve özlemler dünyasındayken gelmemesi mümkün değildir. Esasen Mercidabık fırsatı öteden beri kollanmaktadır. En uygun yıl 500’üncü yıldönümü dolayısıyla 2017 yılı olurdu; Suriye fethedilir, Şam’da namaz kılınırdı, ama olmadı. Bu kez olsun diye Rusya’ya “aradan çekil” dendi, Rusya çekilmedi…
Ardından “Mercidabık olmadıysa Kırım olsun” dendi. İngiltere’nin 1800’lerdeki hükmü artık kalmadığından Rusya’ya karşı bu kez AB’nin, ABD’nin ve NATO’nun kapıları çalındı.
O da olmadı…
“Düşler ve özlemler dünyası” tanımı, pragmatizminde herkesin hemfikir olduğu bir liderlikle bağdaşmıyor görünebilir. Oysa bağdaşmaması için ciddi bir neden yoktur: Osmanlı referanslı düşler ve özlemler dünyasındaki gezinti bir duvara gelip toslarsa o zaman da pragmatizm yaparsın olur biter…
Osmanlı referansı dedik, düşler ve özlemler dünyası dedik…
Abarttığımız sanılmasın: Bırakın içinde bulunduğumuz 21. yüzyılı, geçtiğimiz 20. yüzyılda, başkalarına “omuz üstünde baş bırakmayız” türü tehdit savurabilen başka hangi lider, bir başka ülkenin yerleşimleri için “yansın yıkılsın” diye tepinen başka hangi devlet adamı gösterebilirsiniz?
***
İki notumuz daha olacak:
Birincisi: Rejim açısından “Suriye meselesinin” Cumhuriyet tarihinde başka örneği görülmemiş ölçüde iç politikaya değen, onunla iç içe geçen bir yanı vardır. İsteyen, Hatay meselesiyle (1938-39); Kore’ye asker gönderilmesiyle (1950) ya da Kıbrıs müdahalesiyle (1974) karşılaştırabilir. Hiçbirinde, özel olarak iç politikaya (da) endeksli bir yan bulamazsınız.
Buraya bir mim koyalım.
İkincisi: “Batılı müttefiklerimiz başta, herkes süreç içinde Esed’i kabullenme noktasına geldi; gidecek diye sonuna kadar direten bir tek şahsım oldu ve neticede adam gitti…” Böyle bir sonucun cakasını satma beklentisi, kimilerinedüşler dünyası ile gerçeklik arasındaki geçiş halkası gibi görünebilir.
İkisini bir arada değerlendirdiğimizde şöyle bir sonuç çıkıyor:
Türkiye’deki rejim ya da rejim Türkiye’si Suriye’den elini ayağını çekmeyecektir. Suriye geriliminin iç politikada hemen hemen her amaç için kullanılabilir özellikleri, sönümlenmesi kesinlikle mümkün görünmeyen Osmanlı ve bölge hâkimiyeti düşleriyle bir bütünlük oluşturmaktadır.
Türkiye’de savaşa ve savaş olasılığına karşı ciddi bir kitlesel tepki ortaya çıkmadığı sürece rejim bu bütünlüğü tepe tepe kullanacaktır.