Bu kısa tarihçik notunda, 20. Yüzyılın üç kavşak eylül günü hikâye edilmektedir. İlki 10 Eylül bir doğuş müjdesidir. Peş peşe devamla, 11 ve 12 Eylül benim için, insanlık tarihine kara gün diye düşmüş iki acı şerhtir.
İlkinden başlarsam;
30 Ağustos, huruç vaktinin geldiği, kurtuluş alametlerinin belirdiği andır. Kim ne derse desin, bu tarih devrimci bir kalkışmanın utkuya eriştiği zamandır. Emperyalist sömürgenliğin kendine maşa ettiği Yunan işgali, ilkin ve 2 Eylül’de Uşak’ta son bulur. Sonrası, yani 9 Eylül 1922, kurtuluşun Akdeniz’e kavuştuğu tarih, İzmir’in dağlarında açan çiçek olur. İzmir’in ardından, Ege’nin diğer illeri ve ilçelerinin kurtuluş günleri de birbiri peşi sıra dizilir. Ege körfezlerinin ilçelerine örnek olsun; Urla, Seferihisar, Dikili, Bergama ve Ayvalık’ın kurtuluş günleri, 10 Eylül’den başlayarak birer gün arayla sekerek ilerler. Bu gün, bu kentlerin hepsinde bir caddeye; bir sokağa bu tarihler hatırlansın diye ad olarak konmuştur.
Daha kurtuluşun başında, yani 1920’nin 10 Eylül’ünde, Bakü’de Türkiye Komünist Fırkası namıyla bir örgüt kurulur. O güne değin var olmuş bilcümle iştirakçi yoldaş ve onların çekirdek örgütleri bu fırkada bir araya gelir. Mustafa Suphi fırkanın reisi seçilir. Ve Anayurdun kurtuluş davasına, gönüllü kızıl taburları katma çabasıyla, başta Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Anadolu’ya geçiş yapar. Üstelik ortada bir davet de vardır. Oysa geçemezler; suikasta uğrayıp Karadeniz’in dalgalı karanlıklarında kaybolur giderler. Giden, 15 yoldaşın bedenleridir. Kızıl taburlar, Kuva-yi Milliye alayları içinde hep beraber omuz omuza dövüşür; koyun koyuna şehit olur. Yani partinin kuruluşundan bu yana, 94 yıl ve Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ortadan kaldırılmalarından bu yana da 93 yıl geçerken, ne onlar belleklerde ve ne de mücadelede unutulmuşlardır. Tersine bu gün adları damardaki can suyu gibi daha da kızıl ve canlıdır. Ve 15 yoldaşın bıraktığı miras daha da heder olmamalıdır. TKP’nin bayrağı, toplumsal kurtuluşa erişmenin sancağı olarak her yıl yeniden ve bu kerede 94. Yılında yerinden kaldırılmalıdır…
Bu bölüme bir son söz yakışır. O da, Ahmet Arif ustadan olsun…
“Biz ki ustasıyız Vatan sevmenin/ Umut, saklımızda ölümsüz bayrak/ Kırmızı-kırmızı/ Dalga-dalgadır…”
Eylül’ün güzelliği ve hüznü iç içedir.
Mücadelenin boyutu ve zorluğu ise hayli çetindir… İlke ister; örgütlülük ister; özveri, dirayet, yiğitlik ister ve tarihsel, sınıfsal bir bilinç ister. Yani iş, salt bir kahramanlık menkıbesi değildir.
İnsanlık tarihi, eşitliğin ve esenliğin toplumsal kurtuluşa tahvilini, henüz kuşkanadıyla uçup gelmiş, istediği yere konmuş diye kaydedememiştir. 20. yüzyılda sürdürülen mücadelelerin ardı, emperyalist sömürgenliğin sözüm ona medeniyet diye dayattıkları uğrunda akıtılan kan ve gözyaşı ve insanlık ayıpları ile doludur. 21. yüzyılın ilk dekadında da emperyalizm canavarı emeğin kanını iliklerine değin içmeye ve yenidünya düzeni diye finans oligarşisinin diktatoryasını dayatmaya devam etmektedir. Kapitalizm, en derin krizlerini yaşarken, insanlığın toplumsal hafızası ve sınıf bilincini de köreltmeyi becermekte; kendinden başka insanlık kurtuluşunun bulunmadığı ipoteğini, kafaya çimento gibi dökmektedir. Hem güzel yurdun bakir coğrafyası, hem de gezegenin cem-i cümle bütün diyarları, insanın insana kulluğunun yok oluşunu muştulayacak olan en güzel güneşli dünyaya kavuşmak için, daha çok fırın ekmek yemeye aday ve daha çok yol kat edeceğe benzerdir.
Örnek olsun; on üç bin üç yüz üç kilometre ötemize bakalım; Şili’yi şöyle bir hatırlayalım.
11 Eylül 1973 de, yani bundan 41 yıl önce; Şili’nin seçimle başa gelmiş sosyalist başkanı Salvador Allende, faşist ve CIA kuklası bir general olan Pinochet soysuzunca katledilerek iktidardan alaşağı edilmiştir. Şili’nin makûs talihini yenme çabasına, emperyalizm izin vermemiş, güle oynaya ket vurmuştur. On binler katledilmiş, hapislik veya gözaltlarında kaybedilmiştir.
Tıpkı bu memlekette, 12 Eylül 1980 de olup biten de, Şili’deki darbenin bir benzer uyarlaması olmuştur. Başka bir CIA kuklası olan General Evren ve arkadaşları, istihbarat örgütlerinin güdümledikleri siyasi kargaşalara son vermek adına, aynı odaklarca görevli kılınarak darbe yapmışlar ve ülkenin emekçi sınıf ve katmanlarını dayatılan faşizmin en ağırlarından birisini bu memlekete yaşatmışlardır.
1980; dünyanın emperyalist odaklarınca yenidünya düzenini kuvveden fiile geçirmeye başladıkları bir kavşaktır. Seksenli yıllarda bu ülkeye de biçilen cendere, emekçiyi daha köle kılmış ve kendi sınıfına yabancılaştırmıştır. Seksenli yıllar, o günden bugünkü AKP iktidarının değirmenine su taşıyan kanal ve yol olmuştur. Yoksulluğun arttığı, emekçi sınıfların kendi için sınıf değil, kendinde sınıfa tam dönüştürüldüğü, sermaye gericiliğinin dinci gericilikle bütünleşerek azgınlaştığı ve kırık dökük burjuva rejiminden geriye bir şey bırakmayan yeni bir diktatörlüğün rejim kılındığı bir kavşağa erişmiş bulunmak, toplumun farkında olarak veya olmayarak tuttuğu yegâne yekûn haline gelmiştir.
Sonuçları çoktan görülmüş bu kısacık tarih özetlemesi şimdi bize bir şey söylemek durumundadır. Söylenecek söz de, yapılacak iş de yeni değil, esasen bildiktir…
Emekçi sınıflar kendi geleceklerinin ve kaderlerinin tayin hakkını, kapitalist emperyalizmin egemen sınıf ve katmanlarından örgütlü bir biçimde, söküp geri almadığı müddetçe, neyi bildiğini veya bilmesi gerektiğini de düşünmeye devam edecektir.