Hikmet Çiçek’in FETÖ’nün ‘Solcuları’ başlıklı derlemesi yakınlarda yayınlandı. Çiçek bu çalışmasıyla “Herkesi FETÖ’cülükle suçlama” gibi bir amacı olmadığını özellikle vurguluyor. Örneğin derlemenin bir bölümünde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın çeşitli etkinliklerine davet edilen, bu vakıftan ödül alan ya da “jüri üyesi” olarak görev yapan çok sayıda kişinin yanı sıra meşhur “Abant Toplantılarına” katılan yüzlerce kişinin ismi yer alıyor (s. 31-45). Bu isimlerden kimilerinin FETÖ ile ilişkilendirilmesi ya da bir dönem için de olsa “AKP destekçisi” olarak nitelenmesi mümkün değil.
Hikmet Çiçek’in kitabıyla ilgili söyleyeceklerimiz bu kadar.
Üzerinde durmak istediğimiz asıl konu ise başka: Türkiye’de bir dönem örgütlü sosyalist mücadele içinde yer almış, daha sonra hiçbir örgüte bağlanmamış, ancak en azından bir bölümü solculuk iddiasını sürdüren “bireylerin” iktidardaki siyasal güçle ilişkilenme biçimlerini açıklayacak bir model olabilir mi?
Son dönemin “FETÖ” bağlantıları ve/ya da AKP destekçiliğiyle sınırlı kalmayan, genel ve geçmişe de uzanan bir modelden söz ediyoruz.
***
Türkiye’de belirli bir sol-sosyalist “lider” ya da “kanaat önderi” tipolojisi söz konusu olduğunda, sosyalist hareketin güdüklüğü, hiçbir şekilde, bu tipolojinin de en azından belirli konularda “haddini bilmesini”, yani iddialarına sınır çizmesini beraberinde getirmez. Tersi geçerlidir: Hareketin güdüklüğü, bu tipolojinin iddialarını ve kendine vehmettiği etkiyi daha da keskinleştirir…
İşin içinde “ego” kuşkusuz vardır; ama mesele sadece şişkin egolardan ibaret değildir. Bir de 1923’ten bu yana iktidarda olanlara ilişkin bir “tespit” söz konusudur: Evet, iktidardadırlar, ülkenin geleceğini belirleyecek güç onların elindedir; ama ne tarih bilinçleri ne teorik-düşünsel formasyonları yeterlidir, ne de “dünyayı okuyup” ülkeye yön verebilecek donanımları vardır.
“O zaman biz ne güne duruyoruz?” derler ve işe böyle başlarlar…
***
1930’ların “Kadro hareketinin” başını bir kişi hariç (Yakup Kadri) hepsi TKP’ye, Marksist-sosyalist düşünceye şöyle ya da böyle bulaşmış bir ekip çekmiştir. Ekibe göre, Kemalizm iyidir, hoştur, ama ne yapılması gerektiği konusunda ciddi bir donanım eksikliği içindedir…
“O zaman biz de…”
Kadro hareketi, kendi düşüncesini, başka bir safa geçerek o safa kabul ettirmeye çalıştı.
Hikmet Kıvılcımlı ise hiçbir zaman safını değiştirmedi.
Ancak o da 27 Mayıs 1960’tan sonra ihtilali yapanlara uzun uzun “finans kapitalin oyunlarına gelmeyip” doğru yolu seçmeleri gerektiğini anlattı (27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, Ant Yayınları, 1970).
Bu “modelin” daha sonra Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibi isimlerle devam eden uzantılarına girmiyor, Perinçek’in bu meşgaleyi hala sürdürdüğünü belirtmekte yetiniyoruz.
Çünkü gündemimizde başkaları var.
***
Hikmet Çiçek’in derlemesinde adı geçen “solcular” sosyalizmle ilişkileri, geçmiş aidiyetleri, AKP ile yakınlıkları açısından türdeş bir grup oluşturmuyor. Ancak, anlatmaya çalıştığımız modelin gruptaki kişilerin tamamı için geçerli olduğunu söyleyebiliriz: Hepsi, iktidarda olan ve belirli bir gücü temsil eden, ama “kendi dışlarındaki” bir oluşumu etkileyebileceğini, bu oluşuma yön verebileceğini düşünmüştür.
Bu arada, “ince” denebilecek bir nokta da var: Pek çok açıdan donanımsız ve pusulasız gördükleri AKP iktidarına akıl verme çabalarında, bir dönem bu iktidarın “ortağı” olmanın ötesinde onun “think-tank”i gibi hareket eden “Gülen hareketi” ile de bir şekilde ilişkilenmek durumunda kalmışlardır.
El hak, Gülen hareketi de bu tipolojinin hassas noktalarını iyi bildiğinden buralara çalışmış, apayrı bir damardan gelen bu tipolojinin, kendi has ideologları ile “rekabet” değil “sinerji ortamında” ilişkilenmesini sağlamıştır.
***
Bir ara ‘egodan’ söz etmiştik; FETÖ’nün “solcuları” bu açıdan nasıldır?
Yaygın bilinen kimi örnekler kadar ortalığı velveleye vermemiş olsalar bile ‘ego şişkinliği’ bu solcuların hepsinin ortak ve bariz özelliğidir.
Bir kesimin, Türkiye AB katılım sürecinde diye, iktidarda “geleneksel devletçi” damardan gelmeyen bir siyasal oluşum var diye, kendi dışındaki bir siyasal gücü “demokrasi”, “demokratikleşme”, “sivil toplum”, “mozaik”, “çoğulculuk”, “hoşgörü”, vb. söylemlerle etkileyip daha ötelere taşıyabileceğine inanması sadece aptallıkla açıklanamaz.
Bunun için öyle az buz da değil şişkin, burnundan kıl aldırmayan bir ego gerekir.
Bir tezahürü de şımarıklıktır.
Birinin Metin Lokumcu’nun ölümü ardından söyledikleri, diğerlerinin 2010 referandumundaki tutumlarına ilişkin olarak bugün zeytinyağı gibi üste çıkma çabası içinde olmaları da kendini “şımarıklık” olarak dışa vuran şişkin bir egonun göstergeleri sayılmalıdır.