İktidarın, ülkeyi tek adam rejimine sürükleyerek ve bunu kurumlaştırarak, kendisi için dikensiz gül bahçesine çevirme çabası, sürekli bir dirençle karşılaşsa da, kendisini bir üst noktaya taşımayı başardı. Bunda, ana muhalefet ve çeperinin, iktidarın elini kolaylaştırıcı bir anlayışı hâkim kılmasının elbette katkısı tartışılmaz. Elindeki silahı, “Devletin Bekası” duvarının arkasına geçerek ateş eden iktidar, buna karşı güçlü bir direnç görmeyince, duvarın arkasından çıkıp, hareket eden her şeye ateş etmeye başladı ve çok uzun zamandır ülke bu ateş hattının içinde.
Ülke her anlamda yanıyor ve ülke sırtına yüklenen tabutlarla önümüzden bir kez daha geçiyor. Biz kez daha geçiyor diyorum çünkü Roboski’de, otuz dört tabut, Kürt köylülerinin omuzlarındaydı. İçinde çocukları, eşleri, sevdikleri vardı. Bombalanmışlardı ve bombaları üzerlerine bırakan uçaklar, vatandaşı oldukları ülkenin uçaklarıydı.
Devlet sarsılmadı, iktidar sarsılmadı, muhalefet sarsılmadı, toplum sarsılmadı. Hatta muhafazakârı, milliyetçisi, ulusalcısı, İslamcısı, lümpeni hızla kol kola girip, “ama canım teröristler de” diye başlayan cümlelerle, hep beraber üşüştüler acılı insanların üstüne.
“Tek yürek” oldular Erdoğan’ın “sivil deyip durmayın, kaçakçı onlar kaçakçı” sözüyle.
“Emri ben verdim” diyen öteki sesi geldi sonra. Bağıra, bağıra “emri ben verdim” diyen o ses, devlete aitti ve herkese, neyi, ne kadar ve hangi çerçevede konuşması gerektiğinin ayarını veriyordu. Suç, “tek yürek” oldu elbette. “Teröristlerin ekmeğine yağ sürmeyelim“ciler türedi sonra. Gazeteler, televizyon programları “kaçakçı ” ve “terör” uzmanlarıyla doldu taştı. Geriye, “Bahoz Türkiye’ye giriş yapacaktı” denen bir tını kaldı ve o tını hala algıların içinde dolanıyor.
Tam dört yıl sonra, bir katliama daha uyandı Türkiye.
Suruç’ta “Kobani’yi inşa ediyoruz” kampanyası dâhilinde, Kobane’li çocuklara eğitim malzemesi ve oyuncaklar götürmek için toplanan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’na bağlı gençlerin ortasında, bir IŞİD militanı kendini patlattı. Otuz üç kişi hayatını kaybetti. Geriye parçalanmış oyuncaklar kaldı. Hiç oralı olmadı iktidar.
“Canlı bomba” saldırısı olabileceğine dair bir bilginin Suruç Emniyeti’ne aktarılmasına ve bu katliamı yapan Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün “terör nitelikli aranan şahıs” olmasına rağmen, canlı bomba saatlerce Suruç’un içinde, kendinden emin dolaşmıştı.
Bunun hemen ardından, polislerin ortalığı gaza boğması işiyle, bir başka katliamda karışılacaktık; Ankara Gar Katliamı.
Barış Mitingi için bir araya gelmiş binlerce insanın arasındaydı ölüm. Onlarca kontrol noktası, güvenlik önlemi ve binlerce polisin arasından, nasıl olmuşsa iki canlı bomba sızmış ve ‘’Barış” diyenlerin ortasında kendilerini patlatmıştı. Bunlardan biri, Suruç katliamını gerçekleştiren Şeyh Abdurrahman Alogöz’ün abisi Yunus Emre Alagöz’dü. 103 insan hayatını kaybetti.
Suruç’ta polisin sıktığı gaz, bir kez daha sahnedeydi. Polis insanların üzerine gaz ve tazyikli su sıkıyordu ve tesadüfe bakın ki ölenlerin hepsi sivildi.
Peki, ne oldu?
Üç bakan kameraların karşısına geçti, İçişleri Bakanı’na “istifa edecek misiniz” sorusu gelince, Adalet Bakanı Kenan İpek, bu soruyu gülerek karşıladı.
Dönemin Başbakanımsı figürü Ahmet Davutoğlu ise “Şimdi Ankara'daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var” diyerek, devletin soğukkanlı yüzü ile tebessüm ediyordu. Yüzler gülüyordu elbet.
Patlayan, patlatılan bombalar sonuç vermiş, korku sandıklara yansımış ve iktidar hem 7 Haziran’da kaybettiği koltuklarını kazanmış, hem de kendisine kaybettiren HDP ve onunla yan yana duran tüm kesimlere çok net mesaj vermişti. Mesajı, paramparça edilmiş insan bedenleriydi.
Şimdi, PKK’nin elinde bulunan 13 esirin, yapılan operasyonda katledilmesi ile karşı karşıyayız. Yine insanların sırtlarında tabutlar ve yüreklerinde acılar var. Tıpkı Roboski’de olduğu gibi.
Cumhurbaşkanı “müjde” vereceğini duyurduğunda, aylardır bölgede görüşmeler yürüten Türkiye’nin, bir operasyon başlatacağı beklentisi çoktan netleşmiş ve şaşırtıcı olmamıştı. PKK de hiç şaşırmış gözükmüyordu zaten.
Suruç’ta, Ankara Gar’da yüzlerce insanı paramparça eden ve “oylarımız yükseliyor” diyerek, yaratılan kaostan oy nemalanan o anlayış, bir kez daha sahnedeydi ve askeri başarı “kahraman’’lığı ile kitlelerin gözünü boyayacağı bir operasyon için düğmeye basmıştı.
Ne esirler kurtarılabilmiş, ne de askeri bir üstünlük sağlanabilmişti. Eldeki tablo, ağır bir yenilgiyi işaret ediyordu ve işte tam bu noktada, işler rayından çıktı. Devleti, iktidarda kalmak için araç haline getiren ve iktidarını ayakta tutmak için devleti organize eden o el, ilk defa taşın altındaydı ve sarsıntı büyüktü.
Tüm muhalefeti devletin arkasında hizalamak için, apar, topar Savunma ve İçişleri Bakanı ziyaretlere mecbur bırakan iklim, içeride yükselen rahatsızlığı, sızlanmaları hızla “beka” söylemi içinde etkisiz kılmak istiyordu. İlk defa muhalefet “hayır” diyerek, iktidarı “ortada” bıraktı ve devletin, iktidarın oyuncağı haline getirilmiş olmasına itiraz ederek, ziyaretçi bindirmesi yapan iktidarı, kapıdan eli boş gönderdi.
Erdoğan’ın “sorumlu devlettir” diyerek, işin içinden sıyrılmaya çalışması bir şey değiştirmeyecek. “Tek yürek olunmalı” diyerek, sözcüsünü basının önüne çıkarması da bir şeyi değiştirmeyecek. Yapabileceği tek şey, şiddeti büyüterek, sorumluluğu muhalefetin üstüne atmak olacak. Bu yanıyla yakın zamanda, ülke içinde çeşitli provokasyonları devreye sokarak “terör” algısını muhalefetin kucağına bırakma hamleleri yapması çok mümkün.
Öğrencilerin kaçırılması ile verilen toplumsal mesaj, hem HDP’yi yalnız bırakmayan ve saldırılara karşı, meşru zeminde yan yana duran güçleri hedefliyor, hem de toplumsal muhalefetin itici gücü olan gençleri, onları temsil eden sol muhalefeti kayıp politikası tehdidi ile karşı karşıya bırakıyor. Böylece “iş rayından çıktı” tedirginliğini ve elbette çaresizlik duygusunu yerleştirmeye çalışıyor.
Bombalarla, kaos ve travma yaratan ve iktidarının geleceğini, devleti araçsallaştırarak “şahsım” dediği sistemin payandası haline getirenlerin silahı artık tepme yapıyor.
Nasıl bir sonun beklediği üzerine birçok şey söyleyebiliriz ama en önemlisi, demokrasi güçlerini iktidarın altında bırakmak isteyenlere karşı, hızla sol aklı ve iradeyi inşa edip, sürecin müdahili olacak hamlelerle, inisiyatifin elde toplanması gerektiğidir.
Nerede, ne zaman, nasıl yer alacağını bilen ve belirleyen bir refleks, iktidarın ve ana muhalefetin ne diyeceği ile ilgilenmeyecektir. Kendimizin ne diyeceği ve bunu hangi yöntem ve dille yapacağımıza yoğunlaşacaktır ki buna epey zamandır sahibiz.
Kendimizi yeniden kazanacağımız, “sen de” diyerek, herkesin sözünü söyleyeceği zemini kuracağımız ve elbette söz büyüdükçe, çoğalacağımız, ortaklaşacağımız, ortaklaştıkça daha çok sözümüzü hâkim kılacağımız bir süreç bu.