Saatlerimizin tik taklarında sallanan duygularımız, karanlıkların içinden geçip, aydınlığına ulaşmaya çalışıyor.
Sessizliğe hâkim olan o tik taklar, geçmiş olanın hatıralarına başını yaslarken, hep geleceğe atıyor kendini.
Bugün birden yarın oluyor, yarın birden gelecek. Beklenen ve olması umut edilen arasında geçiyor hayat.
Belki de adil olan umutsuz olmaktır. Umutsuzluğa ne kadar adil davranırsak, umut etmenin hakkını o kadar kazanmış oluruz ve yüklendiğimiz korkularımız, “kaybedecek hiçbir şeyi olmayan”ların cesaretinde bulur kendini.
“Öyle mi Alay Komutanı!” diyen seslenişin arkasında, düne kadar umutsuz olanlar, kaybettikleri gözleri, bacakları ne varsa alıp omuzlarına, yürüyorsa haklı öfkesiyle, bu, umutsuzluğa adil bakanların gerçeği insana kazandıran emeklerinin sayesindedir.
Lanet okumaktan, aşağılamaktan, küçümsemekten bir hayat çıkmayacağını bilenlerin, emeği ve bilinci köreltilip, yalnızlaştırılanların yanında, inatla onuru kazanmanın mücadelesini vermeleri, hayatın da nasıl kazanılacağını anlatıyor bize.
“Öyle mi Alay Komutanı!” diyen sesin gücü, tüm güçsüz yanlarımızın nasıl sese dönüşebileceğini gösteriyor hepimize.
Söz, komutana değil, ayağa kalkmamakta inat eden cümlelerimize.
O sesin içimizi kabartan, yüreğimizi saran, adil bir dünyaya dair kırılan yanlarımıza merhem olan ve içimizin turnusolu olarak dışarıya taşan yanı sarsıcıysa bu kadar, yüzleşmek için cesaretimiz var demektir.
Elimizden gelenin ne olduğunun, neler olabileceğinin içsel bir sorgusudur konuştuğumuz.
Dışarıda yoksullukla boğuşan milyonlarca insanın, yarına dair umutlarını gücü elinde tutanlara kaptırmasına öfkelenerek ve içine çekildiğimiz yerden, kendimizi kendimiz gibi olanlara hapsederek, kurduğumuz kumdan kaleler, savuramaz hiçbir saldırıyı ve yıkılmanın bir beklentiye dönüştüğü yerde, kimsenin bize bir kötülük yapmasına gerek yoktur.
Kendimize, kendimiz kuruyoruz en büyük kötülüğü. Kendimizi, ayrı bir yere koymamızla başladı çünkü her şey.
Tek derdinin evine ekmek götürmek olan milyonlara tepeden bakan, sözünü, cümlesini bulunduğu tepeden kuranlar, yoksulun evine giren ekmeğin anlamına “çarptılar” her defasında. Kendisine başka bir diyarda yaşam kuracak birikimi, imkânı olmayanlar, mecbur bırakıldıkları bir hayatın içinde ayakta kalmaya çalışıyor oysa sadece.
Sesimiz, sözümüz defalarca o kapılardan geri döndü biliyoruz. Derdi ne kadar anlatmaya çalışırsak çalışalım karşılık bulmadı biliyoruz ama inat edenlerin beklediği, kapıların açılması değildir. Aynı kapıyı defalarca çalmaya devam ederek, kapalı kapıların arkasındakilere hakikati seslenerek, gerçeği hep diri tutmalarıdır.
Gerçeğin etkisi, hayatı bir bıçağa dönüştürüp boğazlara dayandığında hissedilir olur ve inatla kapalı kapılara seslenenlerin sesi, insanın “duyumsamazlıktan” gelerek biriktirdiği yerden, sokaklara, caddelere taşar ve karşısına dikilen askerlere “Öyle mi Alay Komutanı!” diyen ses, insanların elinde taşa, dilinde ateşe, yüreğinde korkusuzluğa dönüşür. Bütün mesele, bu olmaya başladığında, bizlerin nerede olacağıdır.
Nerede olduğumuz önemlidir çünkü.
Yoksak kaybedeceğiz, varsak kazanacağız hayatı ve elbette biliyoruz mert olmayacak karanlık ve eşitsiz bir çatışmanın içinde kaderimizi belirleyecek olan şey, ne kadar omuz verdiğimiz olacak.
Yaralara pansuman yapılacak, balkonlardan ıslıklar erken kılacak gelen tehlikeyi, sokaklara bakan kapılar açılıp, saklayacak kendinden yana olanı. Beklenen bir hayal değil, “olmaz” dediğimiz yerde bizi kıskıvrak yakalayandır.
Gezi, “dünde kalan” olmayacak hiçbir vakit. Mücadelenin hafızası, onlarca, yüzlerce, binlerce yıl kendini var edebilmesiyle güçlüdür çünkü.
Bütün mesele, bunlar olurken bizlerin nerede olacağıdır?
Ya her şey olup bittikten sonra yenik başımızı pencerelere dayayacak, ya da insanlık kavgasının bir parçası olmaktan kurduğumuz omurgamızı düşlerimizin tam ortasına yerleştirecek ve Aşk’ın türküsünde yeniden bulaşacağız.
Saatin tik takları duyulacak, saatin tik takları çoğalacak, saatin tik takları zorlayacak geleceği.
“Öyle Değil mi Albay!” diyen bir başka ses, yeniden bizi bize hatırlatacak.
Hayat, kendisinden yana olanı, onu en iyi taşıyacak olanlara emanet eder çünkü.