Bu hafta dikkatler medyanın iki “önemli” ismine yöneldi: Mehmet Barlas (79), en sıkı iktidar destekçilerine bile “Ne diyor bu adam?” dedirten iki yazı yazarken Ertuğrul Özkök (74) de yaklaşık 35 yılını verdiği Hürriyet gazetesiyle tüm bağlarını koparıyordu…
Bu iki ismin ortak yanı, geçmişte bir ara sola bulaşmış olmaları, bir dönem “solcu” bilinmeleridir. Ardından, günümüze kadar uzunca bir dönem güç kimdeyse, iktidarda kim varsa onu kayıtsız şartsız desteklemişlerdir. Barlas ve Özkök’ü başka iktidar yandaşlarına göre daha farklı bir konuma yerleştiren, solcu geçmişlerine, entelektüel-kültürel alandaki “derinlik” iddialarına, vermek istedikleri “görmüş geçirmiş olgun kişi” imajına rağmen, yandaşlık yaparken doğruluk, dürüstlük, adalet, ahlak, insaf, vicdan gibi değerlere hiç itibar etmemeleridir.
Doyurucu yanıtı çok güç, hatta imkansız olsa bile gene de sormak, en azından bir “yaklaşım” geliştirmek gerekir: Bu tür insanlar yaptıklarını neden, hangi gerekçeyle ya da dürtüyle, neyi hedefleyerek yaparlar?
***
İşin maddi çıkar, zenginleşme, “iş bitirme”, vb. boyutunu (ki vardır) bir kenara bırakıyoruz.
Bize göre, temeldeki asıl neden, Barlas’ı ve Özkök’ü farklı tarzlarda da olsa sivrileştiren, pervasızlaştıran ve her tür ölçünün ötesine taşıyan etken, kendileri için çok gerilerde kalmış olmasına rağmen bilinç altında hala hesaplaşma, reddetme, damgalama, aşağılama ihtiyacı duydukları soldur, solculuktur.
O zaman kestirmeden “anti-komünizm” desek olur mu?
Pek olmaz…
Bu konuda bir “ayrım” gözetmek gerektiği kanısındayız: Bizce “anti-komünizm” teriminin 1945-1990 dönemindeki karşılığı ile günümüzdeki karşılığı arasında önemli bir fark vardır. “Asıl” anti-komünizm, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından komünizmin gerek Avrupa’daki yeni sosyalist ülkelerin gerekse Fransa ve İtalya gibi ülkelerdeki güçlü komünist partilerin varlığı sonucunda “yarı-doğulu” Rusya’nın ötesinde artık “batılı” bir tehdit sayılmasıyla şekillenmiştir. Bu anti-komünizmde, komünizm karşıtlığının ötesinde Aydınlanmaya, Fransız ihtilali başta burjuva devrimlere, bilime, bilimselliğe, “toplum” ve “toplumsallık”, “kamunun düzenleyiciliği” gibi fikirlere reddiye ve düşmanlık yoktur.
1990 sonrasının “anti-komünizmi” ise içerik olarak başkalaşmış, post-modern temalarla süslü çok daha genel bir sol düşmanlığına dönüşmüştür. Bu yeni dönemin sol düşmanlığı, 1945-1990 dönemi anti-komünizminde “yok” dediğimiz ne varsa hepsini içine almıştır.
Barlas ve Özkök de işte bu yeni dönemin iktidar destekçileri, yandaşları, giderek yalakaları olmuştur. Barlas çekincesiz iktidar-güç destekçiliğine 12 Eylül ve Kenan Evren’le, Özkök ise Turgut Özal dönemiyle başlamıştır. İkisi, bu desteklerine, ilgili ilgisiz bir punduna getirip sol düşmanlığı da kattıkları ölçüde kendi solcu geçmişlerini “daha iyi” gömdüklerini düşünmüş olmalıdır.
Sorulabilir: Barlas ve Özkök geçmişte “solcuyken” ne yapmış ne kadar solcu olmuştur ki daha sonra geçmişleriyle bu kadar boğuşma ihtiyacı duymuştur? İşin püf noktası tam da buradadır: Post-modern dönemin sol düşmanlığı, kendine özgü eklektizmiyle, gerçek dışılığıyla, kurgusallığı ve fantezileriyle, üç kuruşluk solcu geçmişten koskoca bir heyula, özel bir meşgale, itibar ve prestij vaat eden yeni bir kimlik inşa vesilesi çıkarabilmektedir.
***
Yazının başlığında (…) vardı.
Barlas ve Özkök’ten hangisi daha (…)?
Okur bu boşluğu istediği gibi doldurabilir. Bizim karşılaştırma bağlamında sözümüz şu olacak: Özkök daha cıvık, gayrı ciddi, gevşek, “hercai” özellikler sergilerken Barlas marazi yanlarıyla öne çıkmaktadır; lafı sözü güç odaklarınca ne kadar dinlenir bilemeyiz, ama Özkök’ten çok daha tehlikeli bir patolojik durumu temsil ettiği kesindir.
İdam cezası kalkmamış olsaydı muhalefetten birinin idam edilmesi gerektiğini ima eden bir yazı mutlaka yazmış olurdu (bu kez İskilipli Atıf Hoca anıştırmasıyla).
Her ikisi için de söylüyoruz: “Meta-anlatıların” boyunduruğundan mutlak güç/iktidar ve devlet tapınmasıyla kurtulduğunu sananlardan her şey beklenir.
Gene de son söz sizin: Hangisi daha (…)?