Işid sınıra dayandı. Işid dayandığı sınırın içinden beslenerek büyütülüyor ve şimdi buna cevaz verenler ve dahi RTE, ABD’nin belirlediği ve bildirdiği “mecburi koalisyon gücünün” içinde olunacağını beyan zorunda kalıyor.
Neden? Zira Obama buyuruyor; “...bu sadece ABD’nin savaşı değil” diye... Sonra Kerry kesin konuşuyor; "Türkiye ön cephede olacak" diye! Ve istese de, istemese de Türkiye savaşın yangınına dalma mecburiyetine sıkıştırılıyor.
ABD, F22 uçaklarının ilk sergilemesini Işid kampları üzerinde yapıyor. Denizden karaya Tomahawk füzeleri Mezopotamya ovalarını dövüyor. Kürtler, Araplar, Nusayriler, Türkmenler ve daha bilcümle Ortadoğu halkları kentlerinden, köylerinden ve evlerinden koparılıyor. İnsanlar can havliyle sınırın Türkiye yakasına geçmeye çabalıyor.
Sınır boyları bir yana, memleketin büyük kentleri içinde, Suriyeli göçmen varoşları çoktan oluştu. Açlığın, sefaletin, yokluğun ve dahi yoksulluğun kaçınılmaz sonucu olan dilenciliğin her boyutu gelene geçene el, avuç uzatıyor.
Tam da bu sıralarda, TÜİK 2013 yıllık gelir dağılımı istatsitiklerini yayımlıyor. Gazete haberlerine ve raporun kendisine bakılırsa, “...2013 yılında Türkiye'nin en yoksul yüzde 20'lik kesimiyle, en zengin yüzde 20'lik kesimi arasında 7,7 kat gelir farkı olduğu”... beyan ediliyor. Buna göre “...zengin kesimin toplam gelirden payı yüzde 46,6; yoksulun ki ise yüzde 6,1...”. Yine aynı rapora göre “...nüfusun yüzde 15'i yoksulluk riski altında kalmış dururmda... Kentsel ve kırsal yerler için hesaplanan yoksulluk sınırlarına göre, kentsel yerlerde bu oran yüzde 13,6, kırsal yerlerde yüzde 14,3 olarak da hesaplanmış vaziyette...”.
Yani ortadaki durum bir önceki yıla göre yine hiç değişmemiş vaziyette. Görünen köy kılavuz istemiyor. Ahval ve şeriat, zenginin daha zengin olmasında hiç hız kesilmediğinin ayan beyan resmedilmesi ve oysa yoksulluğun memleket insanının kaderi olarak belgelenmesi biçiminde bir kez daha tecelli ediyor.
Yani isteyenin istediğine, el avuç uzatma hürriyeti ile maruf bir coğrafyada yaşadığımız bir kez daha bilinçlere kazınıyor...
Bunlar böyle de, şunu da kuşkusuz atlamamak gerek. Yani bir sıkışıklık var. Yani memleketin güncel gündemi yine daralmalarda. Bu arada RTE Cumhurun reisi olma kerevetine oturdu. Stratejik Derinlik ufkunda dolaşan zat ise, stratejik sığlık bile sayılamayacak bir dibe vurma stratejisinin kurucu ayaklarından birisi olarak vekâleten hükümet etme konumuna da kondu. Böylece yeni rejimin inşasıyla ilgili yeni bir şafağa da erişmiş olduk.
Sonrası mı? İçte, dışta AKP iktidarı ne zaman sıkışsa ve hele savaşın uzak ihtimal değil, sınırın bir kilometre ötesine dayandığı bu yeni koşulda, gündem değiştirme ve fırsatçılık operasyonu bir kez daha gerçekleştiriliyor. Anaokulu, süt kuzusu denmeden kız bebelerin başına türban çuvalını geçirme marifeti bir geceyarısı operasyonu olarak bitiriliveriyor. Memleketin siyasi İslamlaşmasını önceleyen yeni rejimin inşaası yolunda bir merhale daha böylece kat edilmiş oluyor...
Geçen hazirandan bu yana olan biteni en kalın hatlarıyla tanımlanacak olursa, 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi tamamlanmış olmakla beraber, hala siyasi İslam’ın, Sünni Türkiye rejimi sürümünün mayası tutturulmaya çalışılıyor. Bir “parti-devlet” kuruculuğu, enerjisini “dinci faşizm”den alarak, daha derinlik kazanıyor. Galiba ve esasen stratejik derinliğin içteki ana stratejisinin de bu olduğu açığa çıkıyor.
Dış siyasette ise yeni-Osmanlıcılıkla maruf, bölgesel tasarruflara girişme çabasının ardında ise memleket ahalisinin inançtan, kimliğe çok renkliliğini bir biçimde yeni rejime konsolide etme çabasının yattığı da anlaşılıyor…
Manzara bu yanıyla hayli karanlık görünse de, AKP rejimi açısından işler görüldüğü kadar da kolaylıklı yürümüyor. İktidar bloğu içindeki çatlak, artık bir yarılma konumunda ve cemaat la temas ara yüzeyleri hem korunmaya çalışılırken, kendinden menkul “AK Devrim” şimdi kendi evlatlarını yiyor. Kuşkusuz bu saptamadan, Türkiye’nin geleceğinin bu “kannibalizme”, yani iktidar bloğu içinde şimdi birbiriyle savaşanların, kendi kendini yiyip bitirmesine emanet edildiği anlayışı falan çıkarılmamalı…
AKP rejiminin çektiği diğer önemli bir sancı, Kürt açılımını hangi saçılım kulvarına taşıyacağı meselesi. Zira kimi Kürt zekâları içinde “demokratik özerklik” işinin, sosyalizmden daha “ileri bir evre” olduğu saptamalarının yapıldığı bugünlerde, bu kaypak zeminde nasıl bir savsaklama stratejisi kurulacağı ayrı bir “yumuşak karın sendromu” olarak kenarda duruyor.
Ve bu alacakaranlık manzaraya karşın, AKP rejiminin üstüne kocaman bir karabasan gibi çöken geçen Haziran Direnişinin hayaleti halen ortalıkta dolaşıyor.
Oturduğu yerden kalkacağına ihtimal verilmeyen “o” halk sınıflarının tarihsel direnişi, bundan böyle AKP hangi atı bu meydanda oynatırsa oynatsın, işlerin artık farklı bir kanalda akacağını gösteriyor.
Bir yanda AKP rejimi kuruculuğu ve bunun bilcümle müttefikleri varsa, öte yanda da Haziran Direnişinin ruhu ve bileşenleri bulunuyor.
Bileşenlerin içindeki ana ölçek öbek veya çekirdekler nedir sorunsalı hem tartışıldı ve hem de tartışılmaya devam ediyor…
İlk madde, Haziran Direnişinin karakterine dairdir. Direnişin kendiliğinden dinamosu, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskiden ses çıkarmadığı yönetilme biçimlerine artık isyan ettiği bir “neredeyse” devrimci durum olmuştur.
İkinci özellik, halk sınıflarının sosyal, kültürel, sınıfsal bütün kimlikleri ile işin içinde olduklarına dairdir.
Üçüncü ana ölçek de Direnişin, “Sosyalist, Kemalist, Ulusalcı ve Sosyal Demokrat” ideolojik öznelerle zengin bir birleşik kaplar kendiliğindenciliği ve kalıcı olarak örgütlenememesi ile gerçekleşmesidir.
Durum böyle olunca dünya halk direnişleri tarihinin en şanlı örneklerinden birisi olarak kayıtlara geçen bu hareket şimdilik iktidarı ele alamamıştır.
Zira iktidar olma ölçeğinin sürükleyicisi olacak siyasi örgütlenme ve akıl ile bunun kaptan köşkünde oturacak olan, sosyalistlerin ortak mücadele ve örgütlenme zaaflarının işe öncülük edememesi, Haziran Direnişini şimdilik utkuya ulaştıramamıştır.
Bu denli sade ve ana hat değinimli bir yoruma itiraz eden mutlaka çıkacaktır. Dünyanın verili koşulları, iç ve dış siyasi ve iktisadi konjonktür gibi derinlikli analiz gerektiren başlıklar elbette Haziran Direnişinin iktidar seçeneği olup, olmamasını veya gelecekte de olup olamayacağını belirleyecektir.
Tüm bunlara karşın Haziran Direnişi gerçekleşmiş ve artık Türkiye’nin belleğine kazınmıştır. Yani Türkiye Haziran Direnişi öncesindeki Türkiye değildir. Direnişe katılan tüm halk sınıfları “Sürüden ayrılma vaktinin” geldiğini çoktan anlamışlardır. Ne ki nereye gidileceğini gösteren çıkamamıştır.
Şimdi ne yapılmalıdır sorusu masada durmaktadır!
30 Ağustos ve 21 Eylül toplantılarında bir araya gelen ve örgütsel aidiyet ve kimliklerine bakmaksızın, benim de anlamına katıldığı “sosyalistlerin birliği” için yeni kuruculuk yolunda çabasını şimdi herkes desteklemek ve selamlamak durumundadır.
Süreç, kendi dinamikleri içinde kendini örecek ve ya var edecek veya siyaset tarihinin tozlu raflarına hayata geçirilememiş başka bir eksikli örnek olarak kaydedilecektir.
Kuşkusuz, bu toplumsallaşmanın özlemini öteden beri hep duyanlar gibi, ben de birinciden yanayım. Bu yandaşlıkla beraber şu şerhimi de koymalıyım:
Birlik meselesi, işin içinde olan partiler, dernekler, kolektifler, dergi çevreleri ve kişilerden mülhem öbekler topluluğunun bir araya gelmesi ve şimdi birlik olduk demesi durumu değildir.
Birlik, hayatın içinde olmayı gerektirmektedir. Hayatın öğreticiliğinde beraber eğitilme örgütlenme becerisinin gelişip ete kemiğe büründürülmesini zorunlu kılmaktadır. Yani halk sınıflarıyla beraber, kendini var edebilme siyaset ve sınıf perspektifini, kavramın kendi anlamına içkin kılabilme yetenek ve iradesinin ortaya konmasıdır.
Üsten bakıcılık, önder oldum artık kabul edin deyicilik gibi sağlıksızlıkların Haziran Direnişinde yeri olmadığı anlaşılmıştır. Birlik ve sosyalizm çubuğuna doğru, halkın kendini örgütlemesinde öncülük; aynı zamanda bir “halkçılık mistifikasyonu ve kuyrukçuluğu” da değildir. Yani nakış işler gibi örülecek bir süreçtir.
Ben parti işinde de “Birlik” yanlısı oldum. Tutumumu bozmadım. Ve “Birlik” kavramının insanların tek başına yan yana gelme meselesi olmadığını da çok iyi biliyorum.
Hayat öğretir; bu benim temel belgilerimden birisidir. Hayat öğretiyor; görüyorum…
Çaba, emek gösterenleri ve Türkiye’nin toplumsal kurtuluşuna hepimizin ortak alın terini katması için ön açıcı bütün örgütlenmeleri selamlıyorum.