Türkiye’de örgütlü sosyalist topluluklar söz konusu olduğunda pek “sevilmeyen” işlerden biri, ülkedeki sosyalist hareketin temel sorunları konusunda yazı yazmak, söz söylemektir.
Kimilerine göre bunlar bizim “iç meseleliklerimizdir” ve öyle uluorta konuşulmaması gerekir. Eksiklik ve zaaflardan söz ettiğinizde karşınıza aslında hiç var olmayan özel bir “kamuoyu” çıkarılır. Nerede olduğu, kimlerden oluştuğu meçhul bu “kamuoyu” bilge bir üst akıl gibidir; herkesi izlemekte, notunu vermektedir. Sorunlardan, eksiklik ve zaaflardan söz ettiğinizde müstehzi bir edayla “kendi sorunlarını genele mal ediyor” deyip kalemini kıracaktır…
Sonra, AKP iktidarının ya da rejiminin bin bir defosu ve bunları faş etmek varken, sosyalizmin “iç meselelerini” gündeme getirmenin ne âlemi vardır?
***
Yazıyı okumaya başlayıp burada kadar gelenler endişeye kapılmasın; burada öyle netameli sayılabilecek, “azıcık aşım ağrısız başım” düsturuyla yollarına devam edenleri rahatsız edecek bir “iç sorundan” söz etmeyeceğiz.
Konu, sosyalizmin görece eski ve yeni kuşakları arasındaki, zaman zaman kopukluğa kadar varabilen farklılıklardır.
***
Bu farklılıkları ve kaynaklarını açıklamak üzere dünyadaki ve ülkedeki değişimi vurgulayan pek çok etmenden söz edilebilir. Kendi önermemizin “her şeyi açıkladığı” iddiasında değiliz; ama dikkate alınmasında yarar olduğunu düşünüyoruz.
Uzatmadan özetleyelim: Türkiye’de sosyalizmin 1960-1980 kuşağı (bu dönemde faal olanlar anlamında) kuruculuk misyonu asgari düzeyde kalan insanlardan oluşurken, 80 sonrası kuşaklar, kendileri pek farkında olmasalar bile (zaten sorun da buradan kaynaklanmaktadır) en başta kuruculuk misyonunu taşımak durumunda olanlardır.
Türkiye’de sosyalizmin 1960-80 kuşağı, kuruculukla değil angajmanla, kurulu olana, sürmekte olana katılımla, bağlanmakla belirlenmiştir.
Dünya ölçeğinde bakıldığında “kurulu olan”, SSCB ve sosyalist sistemdir ve/ya da Çin’in temsil ettiği sosyalizmdir. Sürmekte olan, Vietnam’da, Kamboçya’da, Laos’ta, Latin Amerika’da yükselen ve emperyalist sistemi sarsan mücadelelerdir. Kurulu olan, bu dünya tablosundaki eğilim ve akımları Türkiye’de temsil etme iddiasını taşıyan siyasal örgütlenmelerdir.
O dönemin geçlerine düşen de kuruculuktan çok bunlardan birine katılma ve bağlanmadır.
Evet, 1970 yılına gelindiğinde milli demokratik devrim diyenler arasından yeni kurucular çıkmıştır. Evet, 1970’li yıllarda hepsi “ayrılıklarla” olmak üzere yeni örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Ancak bunların istisnasız hepsinde kuruculuk, “ülkede sosyalizmin yeniden kurulması” gibi bir içerik ve iddia taşımadan dar anlamda “örgüt kuruculuğu” şeklinde gerçekleşmiştir.
Yoksa dünya ölçeğinde olsun Türkiye özelinde olsun paradigma, temeller ve ana mücadele hattı hep aynı kalmıştır.
***
1980’den sonra Türkiye’de ve dünyada son derece köklü değişiklikler ortaya çıkmıştır.
“Kurulu olan” ve insanları angajmana davet eden ne varsa büyük çoğunluğu yok olmuştur; kısacası, angajman dönemi kapanmış, yerini kuruluş ve kuruculuk dönemine bırakmıştır.
Belki çok özel ve basit gelecek, ama bu köklü değişimin en belirgin göstergelerinden biri, eski dönemde “(…) varsa ben yokum” demeye tenezzül etmeyecek rahatlığa ve özgüvene sahip insanların yerini en başta bunu diyenlerin almasıdır.
Bu söylenenler, sosyalizmin eski kuşaklarına övgü de değildir, en genç kuşaklara yergi de. Eski kuşakların angajman rahatlıkları kendi olgunluk ve gelişkinliklerinden çok “kurulu olana” güvenden kaynaklanmaktaydı. Bugünün genç kuşaklarının kimi konulardaki aşırı titizliği ise üzerlerine bir misyon, kuruculuk misyonu düşmesine rağmen bunun farkında olmamalarından ya da bu zorunluluğu yeterince bilince çıkaramamalarından kaynaklanmaktadır.
***
Çözüm?
Konunun ortaya konuluşu “teorik düzeyde” doğru sayılsa bile, sorunun aynı düzeyde bir çözümü yoktur, olamaz.
Eskilerin “her şeyi biz biliriz” havaları da en yenilerin “(…) varsa ben (biz) yokum (yokuz)” gibisinden toylukları da “teorik düzeyde” halledilebilecek şeyler değildir.
Sorun, “örgütlü” olmak kaydıyla ortak pratiğin, ortak mücadelenin yol almasıyla çözülebilecektir.