“Bir elin nesi var; iki elin sesi var”; bu atasözünü duymayan ve hatta kullanmayan yok gibidir diye düşünüyorum…
İnternette, atasözü sıralama ve açıklama sayfaları, ne de çok görünüyor.
Bu sayfalarda, anlamı kolay anlaşılan bu atasözü için, “İnsanın gücü sınırlıdır. Kişi, her işi tek başına halledemez. Tek başına halletmeye kalktığında, mutlaka başaramayacağı işler olacaktır. Bu durumda, işleri başarabilmek için başkalarıyla iş birliğine, dayanışmaya girer” diye ortak bir açıklama veriliyor.
İlkokuldan bu yana, belletilen bu ve benzeri kimi atasözleri, adeta bir ideolojik araç görevini de görüyor…
Nasıl mı diyorsunuz?
Önce anlamlandırmayı ikiye ayıralım!
Atasözü, bir yönüyle insanlara, neredeyse başarı koşulunu, bir emir kipine dönüştürerek, iş birliği ve dayanışma vazediyor. Yani toplumsal dinamiklerin şekillenmesi bakımından, “örgütlenme” öngörüsünde bulunuyor. İkincil olarak da bu iş birliği ve dayanışma içinden okunacak bir “çıkar birliğine” işaret ediyor.
Bu toplumsal çıkar birliğini de iki elle simgeleştirip, olumlamak ya da olumlamamaktan bağımsız gibi göstererek ve adeta üstünü bir perdeyle örterek, sistemin ideolojisini, belleklere algısal olarak kazıyor.
Siyasette, “iki elin sesi var” tümcesinin bir karşılığı var mıdır (?) sorusu da böylece önem kazanıyor.
Egemen blok ve iktidar bloku…
Anamalcı toplumda siyaset erki, “diktatorya” sözcüğünden hayli korkar. Zira kapitalist toplumun siyaset erki, esasen bir sermaye erkidir. Yani kapitalizm, kendisini “hür teşebbüs”, “serbest girişim” gibi mottoların içinden tarif ederken, bu sisteme özgü ekonomi-politik, toplumun bütününü güdüleyen sınıfı olarak sermayenin, kendi adının açık biçimde telaffuz edilmesinden hoşlanmaz. Oysa kapitalizm, özel sermayenin iktidarını betimleyen ve sınıfsal taban olarak sermaye diktatoryasına özgü bir iktisadi sistemden başka bir şey değildir.
Yine kapitalizm, diktatorya sözcüğünün bir zor aracı olarak kendi sınıfsal tabanı üzerinde, atılı bir anlam oluşturmasını da çarpıtarak, onu “proletarya diktatoryası” tümcesi içinden, sosyalist sisteme bir karalama aracı haline getirir.
Bu bir sürü açıklamayı, sadeleştirecek olursak, sınıflı toplumların tümünde bulunduğu gibi, kapitalizmin ekonomi–politiği, başlıca iki blok yapılanma üzerine kurulmuştur. İlki sınıfın kendisi olan “egemen blok” ya da sermaye sınıfıdır; diğeri ise sermaye çıkarı adına seçim kurgusuna dayalı bir demokrasi görüntüsüyle, yönetici sınıf haline gelen taşeron bir “iktidar bloku”dur.
Sermaye çeşitlenmesi geniş bir spektrum içerir. Toprak ve ticaretten başlar, sanayi sermayesine uğrar; finansla bütünleşir. Ve başka ara katman ve birçok ayrıntısıyla yol alır gider. Böylece, sermaye sınıfı ya da egemen blok, kendi içinde çelişki ve rekabetleri de barındıran ve fakat ortak çıkar olarak, sermaye birikim rejimi üzerine bina edilmiş bir görüntü çizer.
İktidar bloku ise, parlamentarizme dayalı bir seçim demokrasisi kurgusuyla, onun hukukunu oluşturarak sevk ve idare edecek diğer bir sermaye sınıf diktatoryası aracını şekillendirir. Bu blok kendi içinde de başka alt gruplara da dayanır. Bugünün “cumhuriyet” ve “millet” ittifakları anlayışı, aslen tam da buna uygun bir görüntü çizmektedir.
Diktatoryal erk, bir zor aygıtı olarak “devlet örgütlenmesi”nin de kendisidir. Zor, bir yandan askeri ve bütün kolluk güçleri marifetiyle, diğer yandan siyasi, iktisadi ve kültürel tüm ideolojik örgüt yapılanmalarıyla, hem tüm topluma yöneliktir ve hem de sermaye sınıfının birikim hareket alanı olan piyasanın istikrarını kollamaya ve geliştirmeye yöneliktir. Liberalizm, kendisini bir özgürlük alanı olarak tarif ederken, içinde alt kurgular olarak, bir taraftan milliyetçi ve diğer yandan dinsel inançları aparatçık olarak kullanıp, sisteme özgü toplumsal ikna aygıtlarını da inşa eder. Şimdilerin jargonu olarak “neoliberal kapitalizm” tanımlaması, bütün bunların bir toplamı olarak da kullanılmaktadır.
Pandemi ne getirdi, ne götürüyor…
Pandemi, esasen içinde yaşadığımız sistemik arızaların daha açığa çıktığı ve kapitalizmin devrevi ve kronik bunalımlarını tüm toplumsal katmanlarda daha anlaşılır kıldığı bir getiri-götürü bilançosu ortaya koydu.
Pandeminin ekonomi politiği bakımından, önde duran temel tartışma, yine kapitalist “sermaye birikim modeli”nin ne olduğu sorusuna dayanmaktadır.
Sermaye birikimi, kendi tanımına uygun iki mekanizmayla sistemik bir rejime dönüşür. Bunlar, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini kapsar. Bunun sonucunda da bir sosyal hegemonya stratejisi ortaya çıkar.
Bunlar kısaca şöyle irdelenebilir:
Kapitalist sermaye birikimi tanım olarak, iktisaden “genişletilmiş kapitalist yeniden üretimle ve artı-değerin çap genişleten bölümünün bir kısmının sermayeye dönüştürülmesine dayalıdır”. Bu bağlamda, genişletilmiş yeniden üretimin de kaynağıdır.
Sermaye yoğunlaşması ise, “işletme içinde yaratılan artı-değerin biriktirilmesiyle, sermayenin çapının büyümesi ve kapitalistin gittikçe büyüyen bir sermayenin sahibi olması” özelliğini taşır. Böylece sermayenin yerel, ulusal ve bölgesel sınırları aşarak büyük ölçüde “uluslararasılaşması” mümkün hale gelir.
Bu biçimde yoğunlaşan sermaye, sonuçta merkezi bir iktisadi aygıta dönüşür. Kısaca sermaye merkezileşmesi, “birçok sermayenin bir büyük sermaye halinde birleşmesiyle sermayenin çapının büyümesi” olarak tanımlanmaktadır. Yani, büyük sermaye şirketlerinin tekeller, tröstler, karteller biçimindeki ekonomilere ve ekonomilerin yönetimine hâkim kılınması gerçekleşir.
Küreselleşen sermaye hukuksal, siyasal, ideolojik ve kültürel pratiklere gereksinimi bağlamında da askeri, siyasal, sosyal ve kültürel stratejilerin, yani sosyal hegemonyanın (emperyalist politikalar) geliştirilmesini olanaklı kılan nihai bir “birikim rejimi” sonucuna uzanır.
Neoliberal sistem bundan başka bir şey değildir.
İçinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda da esasen kendimizin içinde var olduğumuz gündelik yaşam, işte böyle bir sistemik dayatma içinde gerçekleşmektedir.
Pandemi, zorunlu fiziksel mesafe olgusuyla, içinde yaşadığımız dünyayı giderek daha iyi kavradığımız bir tablo ortaya çıkardı. Eve kapanma, bir yandan kapitalist üretimin durmasına, mal ve hizmetlerin üretiminde ağır bir stagflasyona ve çalışan sınıflar üzerinden kalıcılığı yaygınlaşan bir işsizliğe neden oldu.
Sermaye birikiminin temel amacı, sermayedarın kârının maksimizasyonunu vazetmesi nedeniyle, mal ve hizmet üretimin durması, bunlara olan tüketici talebinin kaçınılmaz olarak azalmasını güdüledi.
Sonuçlarına bakacak olursak işsizlik arttı; ücretler düşürülmek durumunda kalındı; mal ve hizmetlerin fiyatları dolaylı olarak artış gösterdi; toplumsal tahsilat dolaylı, dolaysız vergilerle tamamlanma zorunluluğunun içine girdi. Adı eksik tüketim ve sürekli kârlılık krizi olan kapitalizmin krizi, pandemi ile iyice su üstüne çıktı.
Teknolojik gelişmenin yeni getirilerinden birisi olan esnek-gevşek üretim modeli şimdi toplumsal kitleler tarafından en sıkı biçimde deneyimlenir hale geldi.
Söz uzamasın, eğitim hizmetlerinin sürdürülmesinde, pandemi modeli, evden ve oturduğumuz yerden eğitim alma modeline çoktan gelip oturmuş bulunmaktadır.
Online (bağlantılı) hizmet, bilgisayar teknolojisine dayalı hem öğretmen ve hem de öğrenci açısından yeni bir esnek üretim-tüketim modelidir. Bir yandan pandemi bakımından zorunlu olan bu yerinden eğitim-öğretim hizmeti, teknolojiye ulaşma olanağı olmayan öğrenci kitleleri açısından bir eşitsizliktir; diğer yandan ücretli emekçi olan öğretmenlerin aylık gelirlerinin yeniden ayarlanmasını teşvik eden kârlılık krizinin bir diğer cephesini oluşturmaktadır. Öğretmen ve öğrencilerin, bu sürece uyum moral değerleri, verilen eğitimlerin temel ve mesleki yeterlilik düzeylerinin ne olup, olmadığı ve fiziksel mesafe zorunluluğunun getirdiği toplum yaşamından koparılarak yalıtılmış kişilik problemleri, pandemi sonrasının çözüm bulunması gereken büyük soru işaretleridir.
Bir aşı çalışmaları furyası, tüm büyüklüğü ve çapıyla, dünya gündemini meşgul etmektedir.
Aşı temin edilmeden, toplumsal sağlıklı bir bağışıklığın sağlanamayacağı gerçeği, bir yandan çalışmaları ivmelendirmekte ve fakat gerçek bir aşının güvenlilik çalışmalarını da bir o kadar riskli piyasa teslimatlarına zorunlu kılmaktadır. Yani yeterli klinik çalışmalardan geçmeden ortaya çıkarılacak aşıdan kaynaklanabilecek riskler, hayli korkutucu görünmektedir.
Aşı işinin bir diğer cephesi, aşıyı kim ya da kimlerin bularak patentine sahip olmasıyla, bunun kısa sürelerde nasıl üretilerek yedi buçuk milyar nüfusa sahip bir dünya toplumunun en az yarısının nasıl ve kaç paraya aşılanacağı sorularının getirdiği ağır insani ve sağlık problemlerini içinde taşımaktadır.
Kısa sürede, milyarlarca ünite aşının üretimi nasıl sağlanacaktır; dağıtımı nasıl olacaktır ve bütün bu hizmetlerin bedeli ve bunun kimler tarafından ödeneceği nasıl belirlenecektir. İşte, bu soruların cevapları şimdilik derin bir muammadır.
Kapitalizmin eğitim ve sağlık hizmetleri, bugüne değin toplumsal bir hizmet olmaktan çok, müşteri odaklı bir tüketim-kâr hizmeti olarak görüle gelmiştir.
Pandemi, şimdi bunlara hayır diyor. Bize de zorunlu olarak, çözüm bulunmalı diye gösteriyor.
Yani, yeniden kamusal-toplumsal kâr temelli olmayan bir iktisadi üretim süreci, kapitalist tekellerin doyumsuz iştahlarına gem vurulma işareti yapıyor.
İki elin sesine küçük ve farklı bir bakış açısı mümkün mü?
Sokakta, çarşıda, fabrikalarda, tarlalarda, okullarda, hastanelerde ve bilcümle üretim alanlarında üreten ve yaratan biziz. Yani biz emek güçleri ve halk sınıflarının gerçek varlığı, yok sayılma aymazlığına ve hepimiz aynı gemideyiz aldatmacasına karşın ortada duruyor. Acaba, iki elin sesi olarak doğayla uyumlu ve onu öldürmeden yeni bir dünyanın hayalini, gerçekliğe taşıma mümkün olabilecek midir?
Her gecenin karanlığı gibi, yeni sabahların büyük aydınlığına neden erişilmesin umudumuzla…