Koronavirüs “sonrası”(?) dünya dendiğinde ortada kabaca iki senaryo dolaşıyor. Bu senaryolardan biri kötü, diğeri ise iyi...
Kötü senaryonun özelikleri arasında küçülen ekonomiler, işsizliğe mahkûm edilen, gözden çıkarılan milyonlar, insanlar arasındaki dayanışma ve ortak hareket etme eğilimlerini büsbütün körelten bir bencilleşme dalgası, baskıcı yönleri artan, daha da ceberutlaşan rejimler yer alıyor…
İyi senaryo ise kendi içinde iki başlı gibi görünüyor.
İlkinde, kapitalizm yıllardır ne halt etmekte olduğunu kendisi görüyor, sağlık başta olmak üzere pek çok alanda yeniden kamulaştırmalara yöneliyor; örneğin vergi sistemlerinde, başka alanlardaki politikalarda köklü değişiklikler yapıyor, refah devleti ya da “sosyal devlet” modeline yeniden dönüyor.
Burada yapıp edenin (eyleyenin, öznenin) kapitalizmin bizzat kendisi olduğu açık…
Diğerinde ise artık nasıl oluyorsa birdenbire komünizmle karşılaşıveriyoruz. Ama bu komünizmi kim getiriyor, nasıl getiriyor, neyi görüp de getiriyor, meselenin bu yanı pek net değil. Söylenen, aşağı yukarı şu kapıya çıkıyor: Kapitalizmin iflası öylesine ayan beyan ortada ki insanlık artık komünizm diyor, onu istiyor ve/ya da komünizmin kendisi ortalıkta süzüle süzüle dolaşıp insanlığa kendini hatırlatıyor.
***
Bu senaryolara ilişkin görüşümüzü hemen söyleyelim:
Ortada iki değil tek bir senaryo olması gerekir ve o da birincisi, yani kötü senaryodur.
İyi senaryonun ilk varyantı aşırı iyimserlikte maluldür. Kapitalizmin, siyasal bir katalizör olmadan kendi iç mantığıyla yeniden “refah devleti” modeline dönmesini sağlayacak bir aklı olduğunu varsaymaktadır. Daha kötüsü, bu dönüşü gerçekleştirmeye aday görünen siyasi öznelerin pekâlâ faşizan karakter taşıma olasılığını gözden kaçırmaktadır.
Samimi bir uyarıdır: Geçmişte değil, ama dünyanın önünüzdeki döneminde insanların her gördükleri Keynesçiyi ve “sosyal devletçiyi” sosyal demokrat sanmamaları yerinde olacaktır.
İyi senaryonun ikinci varyantı ise “ilginç” denebilecek bir düşünce yapısına hitap eder:
Ekonomi, felsefe, sosyoloji ve siyaset diye gidersek, ekonomiden zaten hiç anlamayan, siyaseti ise bilinçli olarak iteleyip öteleyen ve yok sayan, böylece elinde sadece felsefe ve sosyoloji kalan bu düşünce, sosyalizmin/komünizmin zamanının “artık” geldiğine kanaat getirir ve iş de orada biter.
Gerisi, “o” düşüncenin umurunda değildir.
***
Bütün bu söylediklerimiz, geleceğe ancak karamsar senaryolarla bakılabileceği anlamına mı geliyor?
Böyle düşünmüyoruz ve asıl söylemek istediğimizi şöyle vurguluyoruz:
Dünyanın önümüzdeki dönemi için bugünden yazılacak senaryo ancak olumsuz bir senaryo olabilir. Olumlu senaryo ise bir imkândır, bir potansiyeldir; bugünden hazır değildir ve yazılması gerekecektir. Başka türlü de söyleyebiliriz: Olumsuz senaryo, bugünkü durumun, yakın geleceğe işaret eden eğilimlerin ve anonim öznelerin yazdığı, olayların kendi doğal akışıyla gerçekleşecek senaryodur. Olumlu senaryonun ise (ki böyle bir senaryo için gerçekten potansiyel vardır) tanımlı öznelerin eylemleriyle, müdahaleleriyle hayatın içinden çıkarılıp olumsuz senaryonun karşısına dikilmesi gerekir.
Yoksa ortada hazır duran bir “olumlu senaryo” falan yoktur.
***
Buraya kadar söylenenlerde, duruma ve eğilimlere Türkiye’den bakıyor olmanın getirdiği, daha genel anlamdaki nesnelliği zedeleyen bir “yanlılık” olabilir mi?
Gerçi eleştirilere açığız, ama olduğunu pek sanmıyoruz.
Var olan kötü senaryo ile var olmayan, ancak hayatın içinde çıkarılarak var olanın karşısına dikilebilecek iyi senaryo diyalektiğinin tüm dünya için geçerlilik taşıdığını düşünüyoruz.
Dünya diyerek meselenin mekân boyutuna işaret etmiş olduk.
Ya zaman (tarih) boyutu?
Yaşanmakta olan bir sürecin,olumlu olanı kendi akışıyla, kendi dinamikleriyle, yani dışardan siyasal bir müdahale olmadan kendi içinden çıkaracağı beklentisinin temelsizliği modern çağların tarihinde ilk kez 1848-1850 dönemi kapandığında ortaya çıkmıştır.
Marx ve Engels’i “sürekli devrim” kavramına yönelten bir düş kırıklığı da yaratmıştır.
Ama bu tür beklentiler ta o zamanlardan bu yana sürmektedir ve yapacak fazla bir şey de yoktur.