İmamoğlu kararı ve yargı zoru
Saray'ın, azalan oyları ve desteğinin seçimleri kaybetme olasılığını doğurması karşısındaki stratejisi ise rakiplerini zayıflatmak olarak belirlenmiş durumda.
Rejimlerin kendi ömürlerini uzatmak adına önlerinde iki yol bulunuyor. Birincisi politik/ideolojik söylemleri ve icraatlarıyla genel bir rıza yaratmak, ikincisi ise rıza yaratamadığı momentlerde zor aygıtını devreye sokmak. Zor aygıtı her durumda sadece polisin/askerin orantısız güç kullanması şeklinde tezahür etmeyip, bazı zamanlarda güç kullanmayı da içeren ancak farklı görünüm ve enstrümanlarla da kendisini ortaya koyabiliyor. İçinden geçtiğimiz dönemi de iktidar açısından rızaya değil zora dayalı yöntemlerin devreye sokulduğu bir süreç olarak okumak mümkün.
Sürecin günümüzdeki yansıması bir yandan muhaliflere nefes aldırmayacak derecede artan polis şiddeti olarak hissedilirken diğer yandan ise politik ikna kabiliyeti azalan iktidarın yargı silahını daha fazla kullanacağının işareti olarak özetlenebilir. Tek adam rejiminin yirmi yıllık baskı düzeninin biriktirdiği toplumsal öfkenin yanına ekonomik krizin etkisiyle derinleşen yoksulluk ve işsizlik ile geleceksizlik kaygısı eklendiğinde iktidarın rıza yaratma ihtimali azalırken, polis şiddeti ve yargı zorunun sahne alması “kaçınılmaz” oluyor.
Siyasal yaşantımızda yargı enstrümanı elbette ilk kez devreye sokulmuyor. Bugüne değin yaşanan hukuksuzlukların müsebbibi olan yargının İmamoğlu kararıyla birlikte müdahaleye başladığını söylemek yanlış olduğu kadar eksiklidir de. 2007 sonrasında başlayan torba davalar dönemi (Ergenekon, KCK, Devrimci karargâh davaları), 2013’de gezi direnişi sonrasında açılan yüzlerce dava, 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL sonrası tüm muhaliflere yönelen operasyonlar (Gezi ana davası, HDP’li yöneticilere açılan Kobani davası) ile geçen yıl HDP’ye açılan kapatma davaları örnekleme için yeterli sayılabilir.
Bugüne gelirsek İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında açılan dava ile verilen hapis cezasının keyfiliği ve hukuksuzluğu üzerine çokça konuşuldu. Baştan sona siyasi saikler ve intikam duygusuyla hareket edilen bir “yargılamada”, hakim değişikliği sonrası verilen hapis cezası kararı sadece malumun ilanıydı. Saray'ın, azalan oyları ve desteğinin seçimleri kaybetme olasılığını doğurması karşısındaki stratejisi ise rakiplerini zayıflatmak olarak belirlenmiş durumda.
Karar sonrası iktidar cephesinden gelen açıklamaların tamamı Cumhurbaşkanı aday belirleme sürecine dair altılı masanın iç dengelerine yönelik hamlelerden ibaretti. Siyasi partilerin birbirlerinin iç işlerine veya işleyişlerine yönelik politik hamlelerinin etik boyutu sorunlu olmakla birlikte siyasal mücadelede meşruluğunun ve yerinin hiç olmadığını söylemek o denli kolay değil. Bununla birlikte siyasi parti olmayan kurumlar ile temsilcilerinin benzeri beyan ve eylemleri ise tamamen gayri meşru nitelikte. YSK Başkanının röportajları, İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı başdanışmanının açıklamaları ile mahkemelerin siyasi kararları bu nedenle ciddi bir meşruiyet krizini de içermekte.
İktidarın, toplumu iknada yaşadığı sıkışmanın bir sonucu olarak yeniden devreye soktuğu yargı aparatının, seçimlere değin siyasete sıklıkla müdahalelerde bulunacağı aşikâr. İmamoğlu davasında genel mahkemelerin, HDP kapatma davasında Anayasa Mahkemesinin ya da seçim süresince YSK’nın vereceği kararlar başta olmak üzere önümüzdeki dönem saray-yargı ittifakının her hamlesinde düsturumuz şu olabilir; “Hukuken mümkün değil, zor kullanarak her şeyi yapabilirler ama siyasi mücadeleyle yenebiliriz.”