Geçen Perşembe yazısının giriş cümleleri şöyleydi:
“Bugün, acaba kaç yazının başlığı böyle?/ Bundan böyle arama motorlarının en çok tıklanan mottolarından biri olacağına kuşku yok…”
Öyle de oldu…
Bu yazı yazılırken, yani 24 saat önce, Google’da bu başlığı tıkladığımda, 0,27 saniye içinde 172 milyon başlık, haber ve yazı tarandı. Yani bir haftadır dünya” je suis Charlie” ile yatıp kalkıyor. Derginin kendi adı, yani “Charlie Hebdo” taratıldığında ise süre daha da kısalıyor. 0.2 saniye ve 226 milyon başlıkla karşılaşılıyor. Kuşkusuz taramayı yaptığınız tarih ve saat önemli; yani bu yazıdan sonra merak edip arama, tarama yapan başka okur çıkarsa, farklı sonuçlara ulaşabilir.
Hadi bir de karşılaştırma olsun; “Jesus Christ: Yaklaşık 183 milyon sonuç bulundu (0,21 saniye); İsa peygamber: Yaklaşık 516 bin sonuç bulundu (0,27 saniye); Mohammed-Muhammad: Yaklaşık 209 milyon sonuç bulundu (0,17 saniye) ve Muhammed peygamber: Yaklaşık 1.5 milyon sonuç bulundu (0,25 saniye)”. Kısacası “Charlie” tarama motorlarında her iki peygambere de ciddi rakip olmuş görünüyor.
“Je Suis Charlie” başlığına geri dönecek olursam, yazı ve haberlerin olumlusu var; olumsuzu var…
Küfrü var; methiyesi var. Yani her çeşidi, yazın ve medya dünyasında arz-ı endam ediyor…
Avrupa medyasında yer alan haber ve yazılarda ana eksen “Charlie Hebdo” olayında bir insanlık trajedisinin yaşandığı üzerine. İnsan haklarına tecavüz; basın-ifade özgürlüğü gibi klasik kelamlar en yaygın soyutlamalar olarak yer alıyor.
Charlie Hebdo dergisinin, katliamdan sonraki ilk sayısı 3 milyon basıldı. Türkiye’den Cumhuriyet, bu dergiden dört sayfa yazı ve karikatürü alıntı ile Türkçeleştirdi ve dünkü sayısında gazete içinden verdi. Ve kıyamet de sonrasında koptu. Bu konuya geçmeden önce, o bölüm içinde adı geçen yazar “Solene Chalvon” makalesinde, “Financal Times köşe yazarı Tony Barber Perşembe günü “Charlie Hebdo’da çoğunlukla yayın sorumsuzluluğunun olduğunu” ve çizerlerinin “sadece aptal” olduklarının nazikçe altını çizmiş” diyor. İlginç bir alıntı gibi geldi bana…
İslam dünyası ile ilgili ayrıntılı bir tarama yapamadım. Oysa sadece Türkiye’de yandaş medyadan başlamak üzere kimi İslami kesinlerin nabzını yansıtan yayınlara bakılırsa “Charlie Hebdo” olayına fevkalade hayırhah bakıldığı anlaşılabilir. Hayırhahlık, Cumhuriyet gazetesinin mizah dergisini Türkçe ek olarak yayımlamasından sonra daha da pik yapmış görünüyor. Bana göre en vahim olan durum budur. Gazete basımının yapılmasından, dağıtılmasına değin uygulanan ağır sansür ve kimi İslamcı kesimlerin gazete binası önünde yaptığı gösteriler, yaklaşan yeni bir felaketin adeta habercisi gibi. Artık önümüzdeki günlerde, Türkiye’de gerçekleşebilecek olası bir katliam ve/veya darp olaylarının sorumluluğunu bu hedef göstermeler yüklenecektir. Umarım böyle bir acı ve toplumsal bir ayıbı bu defa yaşamayız…
Charlie Hebdo olayının en görünür yüzlerinden birisini, birkaç gün önce Paris’te yapılan büyük gösteri yürüyüşü oluşturdu. Gazete haberlerine bakılırsa, elli ülkeden devlet başkanı veya resmi temsilci, ülkelerinin elçiliğini yaptılar. Milyonlarca Parisli yürüdü. En önde yürüyenlere ev sahipliğini Fransa Cumhurbaşkanı yaptı. Kortejin ön sırasını tutan 16 devlet başkanı veya temsilcisi, fotoğraf karelerine girdi. Davutoğlu, kimi video kayıtlarında da görüldüğü üzere birkaç hamle ve omuz darbesi ile en önde yer aldı. Bu manevralarından tam mutlu olmuş ve öndeki safta yer tutmuşken, beklemediği bir olayla karşılaştı. Fransız başkanı tarafından öpülmeme cezasına uğratılmanın dayanılamaz hafifliği ve beşuş çehresi ile kalabalık arasında yalnızlaşarak kalması hayli dramatik görünüyordu…
Yürüyüş kolundaki kalabalık hayli görkemli olmakla beraber, bana göre o devlet adamı denilen akbabaların, katilin cinayet mahalline dönmesi gibi, kortejin önüne yerleşmeleri, trajikomik ve esasında insanlık acısı bir görüntü oluşturuyordu. Emperyalizmin acımasız temsilcileri, adeta ve insanlık adına üzülmek de gerekiyorsa bu durumlara da biz bakarız, karar verir, yaparız edasındaydılar…
Bu manzara, çok değil bir hafta önce Nijerya’da, Boko Haram lideri Ebubekir Şekau’nun emriyle gerçekleştirilen ve iki binden fazla insanın katledildiği büyük faciaya duyarsız kalan bir insanlık manzarası ile hayli çelişiyordu. Afrikalı insanların öldürülmesine ne Batıdan ne de İslam dünyasından bir tepki gelmemesinin hangi insanlık durumları ve duygularıyla açıklanabileceği böylece ve bir kez daha karanlıkta kaldı ve esasında şimdiden unutuldu gitti.
***
Boko Haram katliamı da, Charlie Hebdo katliamı da, hayli karmaşık siyasi, iktisadi, kültürel ve bilcümle toplumsal psikolojiyle ilgili ögeleri de içeren karmaşık bir olaydır. Kestirmeden yüklemlerle açıklanıp, hem algılanacak, hem de anlaşılacak bir somutluk içermemektedir.
Söz gelimi, bütün bu olaylar son tahlilde ve resmi ağızlarda “terörizm” olarak yorumlanıyor. Adına ne denirse densin, terazinin kefelerinden birinde katledilenlerin sayısı ile karşı kefede o olayın çağrıştırdığı nitelik sorunu bulunuyor. Çözümsüzlükte buradan çıkıyor. Boko Haram olayının ardında, katledilen iki bin kişi var. Fransa’daki olayın maktulleri ise bütün rehin alma dalgaları dâhil 15-20 arasında bir sayıda kaldı… İlk olayda, Nijeryalıların kitlesel kırımı inanılmaz diye nitelenebilecekken, ne İslam dünyasından, ne de Batıdan çık çıkmıyor ve oysa Paris’teki olayda milyonlar ayağa kalkabiliyor.
Irak işgalini yani 2000lerin başını referans alırsak, Afganistan, Pakistan, Irak, Orta Doğu-Filistin, şimdilerde Suriye; bir ara Orta Avrupa’da sürdürülen insan sürek avlarında, savaş ve terörizm tehdidi algısıyla katledilen ve katledilmeye devam edilen insan sayıları yüz binlere, milyonlara ulaşabiliyor. Toplumsal, küresel algı bozuklukları, düşmanlıklar, maktul sayılarının büyüklükleri ile olay ve olguların nitelikleri arasında ters orantılı bir insanlık hali doğuruyor.
İşin siyasi-iktisadi, askeri cephesinden bakıldığında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının dayattığı küresel eşitsizlik ve yeni emperyalizm aşamasının getirdiği alansal, mekânsal ve kültürel genişleme basıncı, telef edilen insanlıkla, korunaklı bölgelerinde terör tehdidini sınırlarından uzakta tutma çabasında olan insanlık arasında şiddetli bir gerilimin sürmekte olduğunu ve bunun daha da derinleştiğini gösteriyor.
Kapitalizmin tarihsel başlangıcında, feodalizme karşı devrimci bir dönüşümle toplumsal değerleri yeniden inşa ederken “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” şiarları giderek “demokrasi kalıbı” içine yerleştirilerek gelişme gösterdi. Bu inşa sürecinin merkezini de batı ve onun merkezileşen ulusal coğrafyaları oluşturdu. Bugün Yakın, Orta ve Uzak Doğu diye adlandırılan coğrafyalar bile, Batıda kapitalizmin kendini konumlandırılışına ve gelişmesine uygun olarak geliştirilen bir dil olarak ve sonrasında kullanılmaya başlandı. Batının kuzeyinde, güneyinde; ilerisinde, gerisinde yer alan coğrafyaların toplumları da bu göreceli niteliklerine uygun değer yargılarıyla anılmaların içerisine itildi. İşte Paris yürüyüşünün mottoları ile Boko Haram katliamına duyarsızlığın kimi ipuçları da bu nicel, nitel özelliklerin tarihsel gelişimine uygun olarak bugün şekil alıyor.
Günümüz emperyalizminin insani yüzlü adı, “küreselleşme” diye anılıyor. Küreselleşme tanımları yapılırken enva-i çeşit retorik kavram da farklı toplumların bilinçlerine şırınga ediliyor. Küreselleşmenin getirilerinden birisi olan emeğin serbest dolaşımı, sömürgen batı ekonomileri bakımından ucuz iş gücü ve sermaye birikim aygıtı olduktan başka, ucuz işgücünü oluşturan toplumsal kimlikle, o kimliğin içine geldiği toplum arasında farklı çok kültürlülük sorunlarının da doğmasına neden oluyor. Hatta, Fransız sömürgesi olan coğrafyaların insanlarının, bugün ikinci sınıf Fransız vatandaşına dönüştürülme sürecinin yansı ve sancılarını, yabancılaşmasını ve isyanını Charlie Hebdo olayında gördüğümüz gibi…
İkinci sınıf vatandaşlara bakıyoruz; görünen manzara şu ki, eski sömürgelerin insanları aynı zamanda farklı inanç sistemlerinden de geliyor… Ana kökü Hıristiyan inancına bağlı bir toplumda, İslami kökenli öteki vatandaşların iç tepkimelerinin inançları üzerinde açığa çıkarıldığı bir yalıtıklık halinin acımasız tezahürü, Charlie Hebdo olayına neden olduğunda da, o toplum, kapitalizmin devrimci ilk şiarları olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik avazlarıyla ayağa kalkabiliyor…
Egemen her zaman egemen; altın kuralı istediği biçimde koyuyor. O zaman da, 50 kadar devlet temsilcisi, dudak kıvrımlarının kenarına yakışmayan taziye ve insanlık dramından üzüntü beyanlarını içeren replikleriyle bu tiyatro sahnesindeki yerini alabiliyor. Geride taşeron figüranlara da öpüldü, öpülmedi niyetinden başka bir rol bırakmadan.
Charlie’yi öldürenler İslam kökenli. Toplumsal yaşamda, boynuna boyunduruk geçirmiş buyurganlığa duyduğu isyanı ve onun ateşini bugün İslami inancından körüklüyor. Tamam da bütün İslami inanca sahip insanlar dünyanın her yerinde kuşkusuz böyle de değil. Öyleyse durum nedir?
Dini inançlar sistemine bakılırsa, iki tür inanç kültürü görüyoruz. İlki, inancını toplumsal dayatma aracı kılmaksızın tanrısı ile kendisi arasındaki bir bağa indirgemiş olanlar. Bunlar nümayişsiz ve kendi dünyasında tanrısı ile barışık bir yaşam kültürü oluşturuyorlar. Hatta ve belki de çoğunlukta olan onlar. Diğer kategori ise inancını toplumsal yaşam biçimin kendisi kılmak ve bunu da hem din, hem pir aşkına hayata geçirmek inanmışlığına sahip olarak başka bir kültürel imbikten damıtıyorlar. Charlie Hebdo olayındaki paradoks da burada başlıyor. Bugün emperyalizmin İslam dünyasında kendine taşeron diye tutup, beslediği İslami köktencilik veya başka bir inanç köktenciliği, bu türden insanlık dışı dramları bu damardan besliyor…
Türkiye’de, kimi İslami kesimlerden; iktidar-yönetim destekli tahkimata alınmış köktenci yaylım ateşleri de tam bu noktadan açığa çıkıyor.
Davutoğlu esasen Avrupa’da bu nedenle öpülmüyor. Beşuş bir çehre ile garibim rollerini oynamak zorunda kalıyor…
Ve insanlığın kurtuluşunun, kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerden kurtulmaktan geçtiği tezi, en temel zorunluluk olarak bir defa daha anlaşılıyor(mu)?