Bu iktidar düşman sayısını artırma konusunda üstüne olmayan bir yeteneğe sahip. Hatta belirli bir düşmanı sayabilmek için tüm düşmanlar art arda sayılabilmekte. Bir insan hem FETÖ, Hem PKK, hem DHKP-C, hem Mason, hem Siyonist örgüt üyesi olabilir. Tabi bu kadar düşmanlaştırma dili aynı zamanda düşmanla mücadele dilini de zenginleştirir. Zenginleştirir dedik, ama aslında bir tekleştirme. İktidar, kendisini, düşmanın yarattığı mücadeleye karşı konumlarken teröre karşı da konumlandırarak kitleler gözünde aslanlar gibi mücadele eden bir konuma sürüklemektedir. Ancak kantarın topu öyle bir kaçmaya başladı ki, dengelenmeye çalışan enflasyon 2 ay sopa ile düşürüldükten sonra birden yine hortladı. Ertesi gün malum medya başlıkları hazırdı: “Gıda terörüne” karşı topyekûn mücadele. Sevgili patlıcan, imamları bayıltan bir cinste “terörist” artık.
FETÖ’nün yanına bir anda patlıcan, sivri biber, marul koymaya çalıştı zihnimiz. Hayır, türlü yemeği yapsan marul uymaz, salata yapsan patlıcan. Sivri biber ortak eleman; bakın en büyük terörist o olabilir. Gerçi terör yuvaları basıldı tınısıyla verilen soğan deposu baskınları hala zihnimizde. Bakın soğan da aynı, hem türlüye koy hem salataya.
Türlüydü, salataydı derken yazıyı daha fazla doldurmadan, iktidarı bir kenara bırakırsak neden tarımsal ürünlerin fiyatları artıyor? Elbette bu konuda çok şey söylenebilir ama bazı ezberleri bir konuşalım.
Tarlada 1 lira pazarda 5 lira (mı?)
En çok kullanılan argümandır. Tarladaki X’in toplanma maliyeti (işçilik); depolara kaldırılma (soğuk havalarda elektrik, işçilik maliyeti); onun tüketim yerlerine aktarımı (mazot ve otoyol geçiş ücretleri); hal gibi dağıtım kanallarının maliyeti (kira, kurumlar vergisi, hale girdin çıktın güldün eğlendin vergileri); manav, market vb. yerlerde son tüketiciye ulaşması (yine kira ve hatta rant, kurumlar vergisi, işçilik, paketleme maliyetleri). Şimdi tüm bunları yan yana getirdiğimizde 1’in 5 olması zaten kapitalizmin doğası gereği. Şayet işçilik, kamyon amortismansız, mazot ücretsiz, köprüler parasız, kiralar bedava ve devlet her türlü ad altında vergi toplamıyor olsaydı bunu ciddi ciddi sorgulardık. Ama öyle değil.
Ayrıca aracılar yeni değil, eskiden de haller/manavlar vardı; ürünü kamyonla taşımak yeni değil, eskiden ışınlama ile gitmiyordu; işçilik yeni değil ve hatta göçmen işçilerin de emek piyasasına katılması ile bu alanda maliyet düşüşü var. Kayseri’de eskiden patatesi Kürtler veya Adana tarafından gelen göçerler toplardı, şimdi Suriyeliler bu ucuz emeğin bile yerini aldı.
Elbette bu fiyatlar 1 yılda artmadı, yılların birikimi var; özellikle Derviş’le başlayan, AKP ile devam ettirilen bir sürecin devamı.
Yiğit üç kuru soğana nasıl muhtaç oldu?
Gıda üretiminde ihtiyaç duyulan yan girdilerin ithalata bağımlı olması ve çoğalması
Bu dönemlerin iktidarı sürekli olarak ithalata bağımlı tarım politikalarını teşvik etti. Ülkemizde tarım ilaçları, gübre, tohum artık tamamen dışa bağımlı ve uluslararası tekellerin elinde. Yine patatesten gidelim. Eskiden köylü patates toplarken küçükleri bir köşeye toplardı. Bu gelecek senenin tohumu olurdu. Sonra piyasaya ‘bak güzel köylüm, niye yoruluyorsun, ben sana daha ucuza satacağım’ şirketleri girdi. Girdi ama bazı şartlarla; yerli tohum kullanmak neredeyse yasak artık. Bu yabancı tohumlar da bir garip zaten, tohum vermeyen tohumlar. Yani her yıl gidip yine almak zorundasınız. Eh, o arada biter ucuz dolar günleri, dolar fırlar geçmiş olsun. Benzer durum ilaç sanayinde. Ama ilaç daha önemli, çünkü bir yandan can sağlığımızı etkiliyor. Eskiden elmaya 2 farklı ilaç sıkanlar, şimdi 8 farklı ilaç sıkmak zorunda. Çünkü ilacın bir tanesi x böceğini öldürürken y böceğini meyveye davet eden kimyasalı da içeriyor. Çaresi var, diğer ilacımızdan buyurun lütfen. Geçmiş olsun.
Tarımsal teşvikler üretimi değil mülkiyeti teşvik ediyor
Aslında meselenin ana gündemi burada. Giderek ithalata bağlı yaşayan tarım sektörünün ithalat girdilerindeki fiyatlar artınca, bir anlamda kötüleşen durum daha net ortaya çıktı. Tarım dünyanın birçok ülkesinde en stratejik alan olarak belirlenmiştir. 2001 Krizi sonrası IMF ve Dünya Bankası programları ile ülkemizdeki teşvik sistemi değiştirildi. Ziraat Bankası'nın tarıma kredi vermesi adeta yasaklandı. Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri "özerklik" adı altında özel bir yasa ile etkisiz hale getirildi. Sermayeye herhangi bir konuda herhangi bir şekilde teşvik vermeyi engelleyen hiçbir sınırlayıcı kanun yokken kooperatifleri teşvik etmek yasaklandı. Tarım sektörü yerle bir edildi. Şeker piyasasını düzenlemek üzere Şeker Kanunu çıkarıldı. Devletin altın yumurtlayan tavuğu olarak bilinen ve en çok vergi geliri sağlayan Tekel'in yerine Tütün Kanunu ile Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu kuruldu. Kurumu yönetmek üzere Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu oluşturuldu.
Bir yıl sonra iktidara gelen AKP hükümeti o günkü politikaları aynen sürdürdü. Eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın deyimi ile Tekel, babalar gibi satıldı. Yani AKP Derviş’in mirasını aynen devam ettirdi. Bu sürecin sonucunda şeker ve tütün ihracatçısı bir ülkeden net ithalatçı noktaya geldik.
Yapılan teşvikler ise özellikle üretime yönelik değil, mülkiyete yönelik. Örneğin toprak sahibi, sahip olduğu dönüm başına bir teşvik alıyor ama onun adına üretim yapan yoksul çiftçi bu teşviklerden faydalanamıyor. İşin acı yanı ise, liberal ekonominin kalbi, para yok dendiğinde merkezi hükümetin anahtarını kapatan aşırı piyasacı ABD’de bile ürün bazlı teşvikler varken, tam da tarım nüfusu ve üretimi daha önemli olan ülkemizde aynı ABD kökenli kurumların teşviki yasaklayan önerileri ile gelmesi. ABD eksenli kurumların TC iktidarına ‘tarımsal destekleri kaldır’ dediği sene ABD’nin yaptığı destek miktarı 70 milyar dolar. AB ülkelerinde de tarım teşvikleri çok yaygın. Oradaki teşvikler de çiftçinin asgari bir gelir elde etmesine yönelik. Yani ABD gibi ürün teşviki, AB gibi insana teşvik yerine toprak mülkiyetine teşvik veren sanırız tek ülkeyiz dünyada.
Tarımsal arz azalıyor çünkü tarım sektörü yeni yoksullaşma alanı
Yine gözden kaçan noktalardan birisi ürün arzının azalması. Yani patlıcanın terörist olmasının nedeni eskisi kadar çok üretilmemesi. Bireyselleşen patlıcan da haliyle terörist oluyor! Okuyuculardan ara sıra özür dilemek istiyor insan. İktidarın dili o kadar trajik ki dönüp dönüp bu terör meselesinde araya latifeler sokmak istiyor insan. Ama temel mesele tarımsal üretimin azalması. Çünkü tarım sektöründeki yapısal dönüşüm, bu alanda kalmaya çabalayanlarda yoksullaşma olarak göstermektedir kendini.
Aşağıdaki tablo, hane başı yıllık ortalama TL gelirini göstermektedir. 2003 yılında tarım alanında çalışan bir hane kentli hanenin %70’i kadar gelir elde ederken, aradan geçen 15 yıl içerisinde bu oran %58’e düşmüştür. Başka bir deyişle, tarım dışındakilerin geliri 15 yılda 2,5 kat artarken tarımdakinin sadece 2 kat arttığını görüyoruz.
İşin ilginç yanı bu gelirin düşmesi, tarımdaki aşırı nüfus artışından ya da aynı toprakları daha fazla kişinin paylaşmak zorunda kalmasından kaynaklanmıyor. Kır nüfusu hızla düştüğü gibi, toplam istihdam sayısı 2003 yılından bugüne 18 milyondan 29 milyon çıkarken, tarım sektöründeki istihdam sayısı 5 milyon civarındadır. Kır nüfusundaki düşüş çok daha hızlı sevidedir. 2012 yılında yapılan idari bölünüş şeklindeki değişiklikten dolayı bu çözülmeyi tam olarak bilememekle beraber, kırlarda yaşayanların nüfusun üçte birinin 15 yıl içerisinde kentlere göç ettiğini tahminen söyleyebiliriz.
“Tarım toplumu olmaktan çıkmamız lazım”: 2000’li yıllarda en çok duyduğumuz laflarından birisiydi. O zamanlar %25 düzeyinde olan tarım istihdam rakamları AB ile karşılaştırılırdı.
Şimdi aşağıda iki tabloya bakalım
Demek ki yalan söylemiyorlar, gerçekten de AB’ye göre tarım nüfusumuz çok yüksek!
Ama gözden kaçırılan başka bir istatistiğe bakalım
2006 yılında istihdam rakamı AB ortalamasının 4 katı, ancak Türkiye’de tarım sektörünün GSMH’den aldığı pay ise AB ortalamasının 4,5 katıymış. Aslında Türkiye kendi ölçütlerinde tarım istihdamındaki yüksek nüfusu besleyebilecek bir kapasitedeymiş. Ama topu topu on yıl içerisinde göstergeler Türkiye aleyhine değişmiştir.
İstihdam oranı AB ortalamasının 4,4 katına çıkarken gelir tarafında artık 3 katı seviyesindeyiz. Yani istihdamı azaltmamız tarımda “geride kalanların” gelir düzeyini artırmamış, aksine azaltmış.
Aşağıdaki tablo 2016 yılı verileri ile AB ile Türkiye arasındaki farkı göstermek için hazırlanmıştır.
Tabloyu beraber okuyalım. Türkiye’de tarım istihdamı %20, GSMH payı %5,2 (ki bu pay 2006’da %8,2’ydi). Tarımın bu kadar büyük olduğu bir ülkede tarımsal desteklerin GSMH’ya oranı binde 4 oranında. Yani binde 4 katkıyla 13 kat GSMH elde ediyorsunuz. Binde 4 oranla bunun 50 katı bir istihdamın yaşam koşullarını iyileştiriyorsunuz. AB verilerine baktığımızda bu oran GSMH’de 6 kat, istihdam da ise 15 katlık bir fayda sağlıyor. Yani AB çok daha az bir nüfus ve çok daha düşük bir ekonomik büyüklükle bizle aynı desteği sağlıyor. Tarım politikalarınızı IMF ve Dünya Bankası şekillendirir ve bunlara onlar olmadan bile uymaya devam ederseniz sonucu sadece tarımı yok etmek olacaktır. Hadi DSP-MHP-ANAP koalisyonunun bir maruzatı vardı, denize düştük yılana sarıldık diye; ancak AKP iktidarının en büyük propagandalarından birisi IMF’den kurtulduk söylemi. IMF Türk siyasi hayatından kopya çeksin madem: “Kendimiz kapı dışarı edildik, ama fikrimiz iktidarda”.
Tabi bu durumun kentlilerin daha pahalı beslenmesinden tutun, kentlerdeki yedek işgücünün sayısının artmasından kaynaklı işsizlik oranlarının artmasına kadar birçok yan etkisi bulunmaktadır. Dünyadaki her toplum aşırı sanayileşmek, kentte yaşayarak birbirlerine yaşamı zehir etmek zorunda değil. Aslında Türkiye için bir avantaj olan bu durum yeterli teşvikler verilerek daha da iyileştirilebilecekken, IMF ve Dünya Bankası programlarıyla tarımda bir çöküntü yaratıldı. Garip değil mi? Tarımla uğraşanlar eskisine göre daha yoksul ama ürettiklerini bizler çok daha pahalı yiyoruz!
Bu politikalar sonucu misal sebze yetiştirilen alanlar 15 yılda %15 oranında azalarak 780 bin hektara düşmüş. Haliyle arz sorunu konunun en az tartışılan yanıyken aslında, fiyatların artmasında temel etkenlerden birisi.
O zaman piyasa ekonomisi bakış açısıyla sorarsak: Madem patlıcan bu kadar pahalı, neden milyonlarca insan patlıcan ekmekten vazgeçiyor? Ya da aracılık maliyetleri madem bu kadar yüksek (ve karlı); neredeyse Türkiye’nin en büyük ticaret firmaları olma yolunda ilerleyen BİM’i, A101’i, Migros’u bu kazançlı alana girerek daha az karla tüm tüketicileri kendilerine çekmeyi hedeflemiyorlar? Düşünsenize, herkesin 10 TL’ye sattığı patlıcanı 5 TL’ye satmayı becerirseniz çok yakın zamanda tüm rakiplerinizi batırabilirsiniz. Tüm bunları, “biz üreticiye ulaşacağız ve son tüketiciye ucuza ürün vereceğiz” diyen, son dönemde bizim cenahta da peydahlanan, yanlış bir kooperatifçilik anlayışını da eleştirmek için söylüyorum. Emin olun bu becerilebilirse, zaten üreticiler ya da büyük perakende zincirleri çoktan yapardı. Kapitalizm bu, piyasayı boş bırakmaz!
Tabi ki kamusal örgütlenmenin bu alanları piyasanın yerine organize etmesi her zaman yeğlenebilir ama önce şu yasaları ve zihin dünyasını değiştirsek!
Hırsızın hiç mi suçu yok?
Tabi mesele bu kadar basit değil, iktidar acaba FETÖ için “ne istedilerse verdik” derken patlıcan terörünü kendisi yaratmış olabilir mi? Yani, patlıcana fiyatının artması için ne gerekliyse vermiş olabilir mi?
Misal artan mazot fiyatlarının %40, köprü ücretlerinin %70 (bir sebze kamyonunun 3. Köprü’den geçmesinin içindeki marula adet başına 50 kuruş maliyet bindirdiğini söyleyebiliriz); işyerleri, seralar ve sulu tarım alanları için elektrik fiyatlarının %80 artmasının bunlarda etkisi olabilir mi? İlaç, tohum vs.de dışa bağımlılığı saymıyorum bile.
Çok uzadı yazı ama tarım politikaları daha çok tartışılması gereken bir konu. Ama gıda terörü diyerek değil. Allahtan Barış Manço bugünleri görmedi, yoksa Takvim gazetesi onu görür, Manço’dan teröre şifreli destek diye manşet atardı: “Domates biber patlıcan, tüm teröristler toplanmış”