Geçtiğimiz hafta, Sovyetler Birliği’nin Nazi güçlerini ezerek Berlin’e girmesinin ve bayrağını Reichstag’a dikmesinin yıldönümüydü.
O sırada diğer müttefik güçler de batıdan Almanya’nın kalbine yürümekteydi ve Nazilerin işi artık bitmişti. Ancak, “Berlin yarışının” Sovyetlerin zaferiyle sonuçlanması, ortak bir düşmanın askeri yenilgisinin çok ötesinde, dünyada yeni bir dönemi başlatan sonuçlar verecekti. Yüzyılın sonuna kadar sürecek olan bu yeni dönemi, dünya kapitalist-emperyalist sisteminin kendinde sistem olmaktan kendisi için sistem haline geçişi şeklinde tanımlayabiliriz.
Kapitalist-emperyalist sistemin 19. yüzyıl sonlarından 1945 yılına kadar olan dönemine ortak düşman tanımı, küresel siyasal-askeri örgütlenme, genel ideolojik formasyon, uygulanan ekonomik-sosyal politikalar ve kültürel yönelimler gibi parametreler açısından bakıldığında sistemde bir iç tutarlılık-bütünlük göremeyiz. Evet, ortada her şeye rağmen bir sistem vardır, ama bu büyük ölçüde kendinde bir sistemdir.
Sistem, 1945 yılıyla birlikte, az önce sıralanan parametrelerin hepsini kapsamak üzere “kendisi için sistem” evresine geçmiştir.
Hem de hiç vakit kaybetmeden.
***
Gerçekten hiç vakit kaybedilmemiştir...
Churchill bir yıl önce, 1945 yılı başlarında savaş henüz bitmeden Nazi propaganda şefi Goebbels tarafından kullanılan “demir perde” metaforunu aynı içerikte olmak üzere 1946 yılında ABD’deki bir söylevinde kullanmıştır.
1947 yılında Truman Doktrini ve Marshall Planı devreye girmiştir.
Beş batı Avrupa ülkesi, “Avrupa’da giderek artan komünist tehdide karşı” Brüksel Anlaşması’nı 1948 yılında imzalamıştır.
NATO’nun kuruluşu ise 1949 yılındadır.
***
Kapitalist-emperyalist sistemin kendisi için sistem konumuna gelmesi tek boyutlu bir süreç değildir. Askeri-jeopolitik alanda NATO vardır; ama bunun ötesinde ideolojik alanda kaba anti-komünizme ve anti-Sovyetizme eşlik eden, akademik-entelektüel kesimlerde alıcı bulan Popper, Arendt, Aron ve Orwell gibi isimlerin yapıtları vardır. Ekonomik-sosyal politikalar söz konusu olduğunda karşımızda “vahşi kapitalizmi” değil refah devleti politikalarını, “azgelişmiş” ülkelere yönelik “aşamalarla ekonomik büyüme” (W.W. Rostow) ve “tarım devrimiyle kalkınma” modellerini buluruz.
İdeolojiyle beslenmiş kültürel oluşumlar derseniz, şemsiye kavram “Amerikanlaşma” olmak üzere artık karşımızda “birey eksenli tüketim toplumu”, “Amerikan yaşam tarzı”, popüler kültür, sinema ve “kültürel endüstri” (Frankfurt Okulu) vardır.
Geçerken iki noktayı vurgulayalım. Birincisi: İkinci Dünya Savaşı’nın “asıl galibinin” Sovyetler Birliği olması, kendinde bir sistemi kendisi için sistem haline getiren ve dünyanın sonraki 50 yılını belirleyen en önemli olgudur. İkincisi: Sistemin ideolojik, siyasal ve kültürel hegemonyasının temelinde “refah devleti” modeli vardır.
***
Bütün bunları, “tarihte neler olduğu” hatırlansın diye anlatmıyoruz.
Sosyalist sistemin çöküşünün ardından, G.W. Bush 11 Eylül saldırılarını da fırsat bilerek “kendisi için sistem” durumunu kendi anlayışına göre sürdürmeyi denemiştir. “Terörizm”, “haydut devlet” ve “yeni haçlı seferi” gibi kavramlara da başvurarak birtakım girişimlerde bulunmuştur. Bu arada dünyanın durumunu “İmparatorluk” kavramıyla betimleyenler de çıkmıştır (Hardt ve Negri).
Ama hepsi kağıt üzerinde kalmıştır ve dünya sistemi son 20 yıldır yeniden “kendinde sistem” durumuna dönmüştür.
Ne anlama geliyor?
Bizce bugünkü dünya sisteminin kendi dinamikleriyle yeniden “kendisi için sistem” evresine ve “refah devleti” modeline dönmesi mümkün değildir. Bu durumda, düzen dışı hareketlerin, değişenleri ve günümüzün olgularını da dikkate alarak iki tarihsel kesite yeniden bakması ve buradan birtakım sonuçlar çıkarması gerekmektedir.
Bu tarihsel kesitlerden ilkinde kapitalist sistem gene vardır, ama emperyalizm aşamasında değildir. İkinci tarihsel kesitte ise kapitalist-emperyalist sistem vardır, ama “kendinde” bir sistem olarak...
Daha açık söylersek, hedefinde devrim de olan muhalif hareketler, daha geniş kitlelere nasıl ulaşılacağı, hangi kesimlerin nasıl, hangi taleplerle harekete geçirilebileceği gibi konularda kendilerini bir bakıma Avrupa’daki 1789-1850 döneminde gibi görmeli, harekete geçirilen kitlelerle neyin nasıl yapılabileceği konusunda ise 1900-1925 dönemine odaklanmalıdır.