Bir önceki yazımızda Türkiye’nin batıdan kopamayacağını söylemiştik.
Yazıda kastettiğimiz elbette sermaye sınıfının egemenliğindeki kapitalist Türkiye idi.
Ekleyelim de eksik kalmasın: Türkiye sosyalist hareketi de geleceğin sosyalist Türkiye’si de bu kez bir başka anlamda batıdan kopamaz.
Söz konusu olan, bir dünya görüşü, bir öğretidir; toplumların ve tarihin hareket yasalarını açıklar; olguların ve süreçlerin çözümlenmesinde belirli yöntemlere başvurur; devrimse devrimin, kuruluşsa kuruluşun temel gücünü, dayanağını ortaya koyar…
Bunların hepsinin kaynağı, coğrafi tarifini nasıl yaparsanız yapın, batıdır. Bu anlamda batıdan “kopmuş” bir sosyalizm arayışının, az önce sıralananların hepsinden kopmayı göze alması gerekir. Böyle bir kopuşla ortaya çıkacak “şeyin” ise, hadi “bilimsel” olanını geçtik, sosyalizmin bir tür benzeri olması bile mümkün değildir.
Buradan çıksa çıksa modernize edilmiş bir “doğu despotizmi” çıkar.
***
Türkiye’de liberalizme hiç bulaşmamış, bu anlamda “sağlıklı” denebilecek solun müzmin bir sorunu, çeşitli biçimlere bürünebilen devlet ilgisi ve titizlenmesidir. Önce devlet yerinde duracak, bu devlet güçlü ve direngen olacak... Sonra? Sonra, bu devlet gücünün içinden bir şekilde sol filizlenecek, devlet katındaki bu sol en başta “anti-emperyalist” duyarlılıklarla (kendi dışındaki dinamiklerle birlikte ya da onlar olmadan) ülkeyi başka bir yere taşıyacak…
Dikkat: Burada “sosyal devletten”, kamuculuktan, adaletli vergi ve gelir dağılımı politikalarından, vb. söz etmiyoruz. Müzmin sorunlu solun asıl merakı, bu tür politikalar dâhil başka her şeyden önce ve hepsine baskın şekilde devletin kendisidir, kurumsallığıdır.
Bir zamanlar gerçekten illallah dedirten “devletin küçülmesi”, “ulus devletin devrini doldurması” gibi liberal söylemlere karşı biriken tepkiler, hemen ardından bu tür söylemlerin iflası, “devletçi sola” hayat öpücüğü vermiş görünmektedir.
Biraz daha deşelim.
***
Türkiye’de uzunca bir dönem devletin üst katmanlarında ülkesini ve halkını gerçekten seven, “tüyü bitmemiş yetimin hakkını” kimseye yedirmeme konusunda titiz, gümrük anlaşmalarından tutun da uluslararası finans kuruluşlarının dayatmalarına karşı direnen insanlar olmuştur.
Ancak, birincisi, böyleleri hep “namuslu bürokratlar” olarak kalmışlar, herhangi bir “akım” oluşturamamışlar, önünde sonunda düzenin çarklarına yenik düşmüşlerdir. İkincisi, bu kesim Özal dönemi politikalarından ve “prenslerinden” başlamak üzere günümüze uzanan süreçte neredeyse tamamen tasfiye edilmiştir.
Elbette “sosyal devletin” tasfiyesiyle birlikte...
Şimdi sadede gelebiliriz: Çok önemli bir alandaki kamucu, halkçı, yurtsever öğelerinden tamamen arınmış bir devletin, ancak askeri güç, iç güvenlik ve istihbarat gibi alanlarda gerçekleşebilen “tahkimatına” hayırhah bakılması, üstelik bir de sol adına yapılıyorsa, geçmişten gelen müzmin ilginin çok daha sorunlu bir hal almasından başka anlama gelmez. “Diyalektik bütünlük” diyeceksek, burada da vardır: Devletin az önce sözünü ettiğimiz yüzü ortadan kalkmışsa, “güçlenen” diğer yüzünün emekçilere, halka karşı çok daha keskin yeni hatlarla şekillenmesi kaçınılmazdır.
***
Günümüz dünyasında, hele hele Türkiye gibi bir ülkede bir yüzü tamamen silinmiş bir devletin başka bir alanda “güçleneceğim” diye yaptıkları sosyalizm açısından en fazla mücadelede dikkate alınacak bir faktör olabilir, o kadar. Başka bir deyişle, buradan hareketle sonunda “halkın yararına” olacak kanırtmalar yapılması mümkün değildir.
İtişip kakışan ya da böyle yapar görünen taraflar çok ama çok uzaktaysa, üstelik eldeki mevcut gücün ve etkinin sınırları da belliyse, “kanırtacağım” diye ortaya atılanın kendisinin taraflardan birince kanırtılması çok daha yüksek bir olasılıktır.
Bizden söylemesi…