Bunlar da ne ola ki demeyin. Hastalık adları işte… İlki cinsel, ikincisi ise dürtü kontrol bozuklukları sınıfından… Nereden çıktığına gelince, şunun şurasında geçtiğimiz Pazar günüyle bugün arasında yaşadığımız iki olaydan…
***
Kuşkusuz erken bir “Pazar-Radikal-Celal Şengör röportajı” için, geç bir “Perşembe Yazısı” yazma isteğim, gündemin başka sıcak haberleri nedeniyle akamete uğradı…
Yine de ilk sırada ve ancak kısaca “Koprofili” bağlamıyla değinebilirim sanırım…
Lafı gevelemeye gerek yoktur! Celal Şengör sermaye sınıfının has elemanı olduğunu ve sınıf çıkarı savunmasını da retorik olarak bir bilim çatısı kurgusuyla etrafa yaydığının üzerini bugün kaldırmış ve kendi çıplaklığını bütün haşmeti ve en açık biçimiyle göstermiştir. Şimdiye değin, üzerini jeoloji bilimsel kisvesiyle örttüğü bu özellikleri, bundan böyle akademik olmaktan ayrık ve Şengör’ün kendi kendine ettiği ve isteyerek cümle âleme beyan ve ilan ettiğiyle, yani asıl olan bu yüzüyle anılacaktır.
Faşizm adına savunusu, “General” ve “Kenan Evren” hayranlığı ile sınırlı değildir. Hitlere gönderme yaparak Alman Birliği’nin onun zamanında tek bir millete terfi ettiğini vurgulamasına bakılırsa, siyaset anlayış sürümü olarak Nazi’leri de hayırhah andığını söylemek yanlış olmaz…
Deniz Gezmişe atmıştır, tutmuştur ve işi döndürüp, dolaştırıp halk arasında “bok” denilen, bilimsel literatürde ise sırasıyla, “dışkı, gaita ve feçes” olarak bilinen, insan ve bilcümle mahlûkat atık malzemesini yemenin, “işkence” olmadığından dem vurmuştur. Buna idrarı da eklemek suretiyle lezzetli olduğu düşüncesine, bazı televizyon programlarını örnek göstermiştir. Ancak içgüdüsel olarak frenleri tutmamış ve kendisinin de, “gaita kümesini”, “bal” gibi yiyebileceğini telaffuz etmiştir. Şahsın, işkence saymadığı “bok yedirme” işine, ahalimizin ilk tepkisi, isyan olmamış; onun yerine derin bir tiksinti duyulduğu ziyadesiyle beyan edilmiştir. Ancak bok yemenin nasıl bir halt olduğunu Şengör’ün öğrenmesini isteyenlerin, sosyal medya paylaşımları galebe çalmış ve nitekim ki, bir kısım öğrenci, İTÜ’deki odasına, yesin diye, bir kap içinde bu materyalden yollamıştır…
Şengör böylece, ayıp etmekle kalmamıştır. İnsanlıktan nasıl çıkılır, insana nasıl saldırılır; bunun veciz bir örneğini sergilemiştir. Sonradan, yarım ağız özür diler gibi yapıyor olması da, durumu hiç kurtaramamıştır.
Halk arasında, “boku yemek” tabiri, çaresizlik ve berbat bir durum ifadesidir. O noktaya gelindiyse, geri dönüşsüz bir durum olduğu izafe edilir veya bildirilir… Bok yeme edimini becerenine de, “bok yedi başı” sıfatı, halk arasında yakıştırılır. Kısacası bu işin söylem, söylence ve edebiyat tarafı hayli zengindir…
İşin bir yüzü budur; oysa tıbbi olarak işin başka bir yüzü daha bulunmaktadır… Ne ki tedavisi psikolojik ve psikiyatrik girişimlerin konusudur…
Tıpta bu, parafilik, yani cinsel sapkınlık bozuklukları olarak sınıflandırılan bir durumla ilgilidir. Hastalığın veya sapkınlığın adı “Koprofili Hastalığıdır”. Koprofili dışkıya odaklanılarak cinsel heyecan hissedilmesi durumdan ibaret olan bir parafilidir; genellikle BDSM ya da infantilizmle bağlantılıdır.
Hadi işi bu denli bilinmez kılmayayım ve ansiklopedik bir malumat da vereyim… BDSM, İngilizce bir dizi sözcük kısaltmasından türetilmiştir. Rızaya bağlı olarak fiziksel baskı ve kuvvetli duyusal uyarımın uygulandığı ve fantezi güç rolü oynamanın yapıldığı cinsel tercih ve kişisel ilişki türüdür. "BDSM" kısaltması bondage (hâkimiyet) ile disiplin (teslimiyet) ve sadizm ile mazoşizm öğelerini bir araya getirir. BDSM bir sürü çeşitli eylem, kişilerarası ilişki türü ve alt kültürü kapsar. Buna cinsel ortaklar arasında feçes ikram etme ve yeme edimi de dâhildir. İnfantilizm ise “yetişkin bebeklik sendromu” olarak da bilinir. Yetişkin yaşta, olgun cinsel kimliğe erişememek, bebek taklidi fantezilerle cinsel tatmin bu işin doğasında bulunmaktadır.
Kısacası, koprofilik olanlarda tabir yerindeyse bir bok yeme fantezisi ve buna dayalı cinsel uyarım olduğu tıbben kabul edilmektedir. Bunun Şengör’ün de örneklediği ve neredeyse onlardan heveslendiği, gorillerde tezahürünün ne ve nasıl olduğunu mutlaka zoologlar incelemiştir. Primatlar içinde yakın akrabamız olan bu homonoidlerle benzer fantezi kültürünü paylaşıyor olmamız da, herhalde evrim basamaklarındaki rastlaşmalardan birisi olsa gerektir.
Kısacası bir şey demek istemiyorum. Ancak her hangi bir şahsın dışkı üzerine böyle tercih bildirimlerinde bulunuyor olması, akla bunun altında yatan başka bir neden olup olmadığı sorusunu da getirmektedir. Meramım sadece bundan ibarettir.
Bu tür işlerde izafe nedense hep “Cafer” e yapılır. Artık hadise, “şey etti Şengör bez getir, tumanını tez getir”e tebdil etmektedir. İnsanın kendine ettiğini, kendinden başkası beceremez; atasözü de bu olaya çok yakışmaktadır…
***
Gelelim diğer konuya; ya da Patolojik Kumar’a…
Önce kısa bir tanım…
Patolojik kumarın en iyi tanımı, “…çünkü birazdan şansın dönecek ve şimdiye kadar yüzüne gözüne bulaştırdığın her şey düzelecek” durumudur. Bir kumar problemidir ve zarar verici negatif sonuçlarının farkında olunmasına ve durmak istemeye rağmen şiddetli bir kumar ya da risk alan oynama arzusu duymaya denir. Kumar sorunu genellikle kumar oynayan kişinin davranışı ile değil, kumar oynayan kişinin ya da çevresindekilerin zarar görmesi ile tanımlanır. Ne kadar zarar görülürse, kumar oynama zorunluluğu o oranda artar. Belli sayıda ölçütlerin karşılanması durumunda da, klinik tanı “patolojik kumar oynama” olarak konur…
Türkiye, RTE-AKP iktidarıyla patolojik kumar girdabına düşmüş görünmektedir…
Böylece kast meselesi Hindistan’ın sosyolojik bir olgusu olmaktan çoktan çıkmıştır. Sanki yaşadığımız ülke ve adımız uluslararası siyasette “parya coğrafyası” olarak anılmaya başlanmıştır. Her gün bir şaibe; her gün bir seviyesizlik, artan yoğunlukta gericilik, dincilik ve bunların tümü memleketin adıyla beraber anılmaya başlanmıştır… Her gün de, o oranda gündemi manipülatif olarak değiştiren sınıfsal bir kumar siyaseti, ona ilişkin hamleler zinciri yaşanıp durmaktadır…
Olan bitenin hızı ve heyecanına gerçekten yürek dayanmıyor. Yaşam gailesi meşgul etmese, köşeye otur, olup bitene her saniye yorum yaz; vallahi hiç sıkılınmaz…
Dün, sosyal medyadan bir alıntıyla “Rus uçağını düşürttü, panikledi, şimdi yan çiziyor…” başlığında bir yazı paylaşmıştım. Beğenenler, paylaşanlar falan oldu…
Tanımadığım birisi de paylaşımın altına bir yorum yazmış; diyor ki: “Rus uçağını Türkiye düşürdü; evet ama bıraksaydık da tepemizde dolaşa mıydı acaba daha mı iyi olurdu”…
Saray ehli ve şakirtleri tarafından verilen emirle, dolaştırılmayıp, düşürtüldüğüne göre, bundan böyle neyin iyi, neyin kalın veya eğri olacağını biraz da yaşayarak göreceğiz. Yani iyisi mi oldu, kötüsü mü bizi buldu kararını, Rusların bizim için çekecekleri piyangonun, üzerimizde denenmesiyle anlayacağız…
Yani tanımadığım yorumcu zatın çaldığı zurna, memleket havasına uygun tam da zırt diyen son deliğe denk düşmüştür. Böylece bir defa daha ortadan karpuz gibi yarılmış durumdayız.
Bir yanda, memleketin kahraman riyasetini destekleyenler var. Onlar için bu durum, sonu nereye varır diye düşünmeyi gerektirmemektedir. Özetle, şanlı tarihimizin yaşayan bendi olarak, ecdada yaraşır bir biçimde “Rus Gâvuru”na had bildirilmiştir.
Öte yanı ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Aralanan kapının sıcak bir savaş olduğunu gören ve “savaşa hayır” diyen öteki yarı ve çoğunluktur.
AKP’nin iç ve dış siyaset olarak ayakta kalması, birbirine endeksli olduğundan, derdi belli ve teşhisi “patolojik kumardır”. Bu nedenle de, siyasetteki her zarı, artık gele atmaktadır… Yani Türkiye, NATO’nun ardına saklanma lüksünü de içinde barındırarak ve soğuk savaş döneminde bile akla gelmeyen bir kumara imza atmıştır. Hava sahamızın savunması laf-ı güzafına kolay sığmayacak olan bir çomak, arı kovanına sokulmuştur. Bunun faturası, bu belayı başa açan ve ödemesi gerekenlere değil, sonuçta bu memleketin ahalisine bir biçimde ve top yekûn kesilecektir…
G20 zirvesi, bütün allayıp pullamalara ve Erdoğan’ın seçim sonrası zaferini pekiştirecek uluslararası bir piyangoya çevirme gayretine rağmen, bir kez daha iflas ve akamete uğramıştır. Otel kapısı önünden, içeriye gönderilirken, “si yuu” çekilen Putin, önce toplantı mikrofonlarından, başta ev sahibi olmak üzere, bütün ilgililerine IŞİD merkezli ağır suçlamalar yöneltmiş ve kan içici terör örgütünün tanker filolarıyla el koyduğu petrolü, Türkiye’ye hangi konvoylar halinde gönderdiğini, sermaye sisteminin patronlarına seyirlik ve açık etmiştir. RTE’nin yabancı ortakları ise sadece yutkunmuş, bizim hazretler ise anlamamazlıktan gelmiştir. Sonuçta, RTE’nin bütün gayretlerine karşın, Türkiye’nin tezleri güme giderken, Rusya gerçeği ile bir defa daha yüzleşilmiş; Çin’in, Rusya, Suriye, İran ittifakına dâhil olduğu gözlenmiş ve RTE ve ekibi açısından hiçbir netice hâsıl olmamıştır. Tam da tersine, bu ekip penaltıyı yiyen kaleci gibi ters köşe haline gelmiştir.
Ne var ki, bu islamofaşist teşkilat, geleceğinin, sendelememekten ve mutlaka yeni yollar icat ederek bir biçimde yürümekten geçtiğinin farkında olarak, siyasette savurganlık dozuna varıp varmadığına bakmaksızın, kendileri bakımından tutarlı, oysa ülke için sonu karanlıklara kapı açacak yeni hamlesini yapmıştır…
Kapıda savaş ihtimalini kaşıyacak derinlikte bir girişim ve tutum vardır…
Türkiye, Rus uçağını düşürmüştür!
Türkiye, NATO üyesi olduğundan, NATO, kuruluş olarak da, tarihinde Rusya ile savaşa bu denli hiç yakın olmamıştır…
Yalandan da olsa Türkiye’ye pozisyon verme desteklerini açıklasalar bile, esasen ne ABD’nin, ne de NATO’nun bir savaşı göze alma durumu ortada bulunmamaktadır…
NATO yetkilileri veya AB ülkelerinin siyasi kimlikleri, sükûnet ve sağduyuya çağrı yaparken, Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkından dillerinin ucuyla zoraki bahsetmekte, ikinci dereceden sözcüleri marifetiyle de, bu siyasete, pespaye damgasını vurmakta tereddüt etmemektedir.
Kuyruğu sıkışmış bir Türkiye yönetimi, bir yandan Ruslarla görüşme kıvranmasına girmiş, oysa başta Putin, en yetkili Rus ağızları el tersi ve Türkiye’yi siyaseten küçük düşüren en ağır sözcüklerle bunu reddetmiştir. Buna bir örnek olsun, Alman şansölyesi Merkel, Türkiye’ye Ruslarla görüşmesini tavsiye etmiştir… Yani nerede kalmış NATO’nun, Türkiye için bir savaşı göze alması… Zaten almaya kalksa, bunun adı “III. Paylaşım Savaşı” olurdu ki, Türkiye olmayacak bir duaya âmin demiş ve aklınca bu hamleye oynamış durumdadır…
Putin ve yönetiminin bütün ağır topları, diplomatik dilin sınırlarına fazlaca bakmaksızın, işi kınamak değil, tehdidin en ağırlarından bahsetmektedir. Denilebilir ki, kabul edip korkaklıkla sineye mi çekelim. Yoksa mahallenin küçük dayısı biziz edası mı gösterelim. Ne o, ne ötekidir. Zira yapılan, edilen işin olur tarafı bulunmamaktadır…
Özetle, AKP gericiliğinin emperyalist taşeronlukta tutmayan freninin, bu halka ödettirilmesini kabul etmenin hiçbir manası yoktur. Yoksa bunun korkaklıkla falan bir alakası da yoktur. Doğrusu ve kendi hesabıma, parya ülke yerine konmayı, terörü destekleyen ülkeler arasında başa yazılmayı, IŞİD yamyamlarını besleyen, büyüten ve bölgeyi karıştıran emperyalizmin taşeronu örgütlerin tümünün hamiliğine soyunmayı içime hiç sindiremiyorum. Yanı sıra, halkın başına bela edilen savaş tehdidinin de yegâne sorumlusunun, ülke yönetimi olduğunu biliyorum ve bunların tümünü reddediyorum…
Öyleyse Rus uçağının orada ne işi vardı(?) ve biz de ne ola ki düşürdük?
Açalım…
Son günlerin modası Türkmen dağları ve Bayırbucak Türkmenleridir. Bu coğrafyada her gün yeni bir kavmimize rastlamaktayız. İşimize nasıl geliyorsa da her önümüze geleni AKP senaryolarına oyuncu kılmaktayız.
Suriye sınırları içinde, Bayırbucak yöresi sivil Türkmen ileri gelenlerinin tebliğine bakılırsa, Esat güçlerinden zarar gördükleri yoktur. Hatta onların büyük çoğunluğu bölgeyi terk etmiş ve Esat’ın himayesinde çoktan Lazkiye’ye yerleşmiştir. Oysa Suriye işinde kendini vassal sayan Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin, 2012 den bu yana “El Nusra”, “Ahrar’üş Şam” gibi El Kaideci örgütleri bu bölgeye yığdıkları ve onların, IŞİD’in ortaya çıkışında haylice önde ve inşacı olduklarını bilmeyen yoktur. Bu bölgede bir de Türkmenlerden türeyen “Sultan Abdülhamit ve Sultan Murat Tugayları” ortaya çıkmış ve “Fetih ordusuyla” beraber bu teşkilatların kuruluşunda MİT’in parmağı olduğunu, diğer istihbarat örgütleri de kayıt altına almıştır. Yani Rus uçaklarının doğrudan sivil Türkmenlerle işi yoksa da, Bayırbucak bölgesindeki IŞİD lojistikçileri ve yedekleriyle zoru bulunmaktadır. Bu kayıtlar şimdi Rus istihbaratının kanıtları olarak ortaya saçılmakta ve ayrıca RTE-AKP koalisyonunun yolsuzluk belgeleri de gelmekte olan ağır saldırının ilk kanıtları olarak kullanıma sokulmaktadır.
İşte olan biten budur. Yani MİT’in çocukları olan taşeron örgütler, IŞİD lojistiği ile doğrudan bağlantılı olmaktan dolayı ve bu ilişkinin kesilmesi babında, Rus uçakları tarafından dövülmektedir. RTE-AKP koalisyonu, sözde mıştır gibi yaparak IŞİD karşıtı görünmekte, ne ki kendi taşeron merkezlerinin de korunması bağlamında sevinçli bir telaşa düşmüşlerdir. Havada, ses hızını aşan kapasitede uçan uçakların bilmem kaç saniye sınır ihlali yapıp yapmadığı belli olmamakla beraber ve Amerikan ikinci derece sözcülerine de bakılırsa, Türk jetleri, Rus uçağını, Suriye hava sahası içinde vurmuştur. Bu beyanlar uluslararasıdır. Önce Rus uçağı vurduk beyanını, Anadolu Ajansından duyuran hazretler, iş ciddiyete binince, İstanbul’daki İSEDAK toplantısında ifade değiştirmiştir. Bu kez uçakların milliyetinin bilinmediği beyan edilmiştir. Neticede uçak düşürülmüş ve paraşütle atlayan iki pilottan birisi, aşağıdaki örgüt elemanlarınca vurularak öldürülmüştür. Kısacası, kopan gürültü, hava sahamızın ihlalinden ziyade, ikbal adına taşeronlara sahip çıkma dürtüsü ile Türkiye’yi savaşa sokma gözü karalığına denk düşmüştür…
Rusya şu sıralar çok sinirlidir. Kendisi keskin bir istihbaratçı olan Putin, bunu RTE’nin yanına pek bırakır değildir. Bu durumda, Türkiye’ye düşmanlıkta listeye eklenmeyen bölge ülkesi kalmamış görünmektedir.
Konuyu burada sonlandırmadan şu notu da düşmüş olayım… Çin, G20 zirvesinde lideriyle temsil edilmiş idi… Tam liderin Antalya’ya indiği sıralarda, Türkiye Çin füzelerini almaktan vazgeçtiğini ve 4.5 milyar dolarlık ihalenin iptal edildiğini bildirdi. Çin bunu mutlaka not etmiş ve ABD’ye nasıl selam çakıldığını görmüştür. Farklı saiklerle bunun da siyaseten bir ödemesi, RTE ve ekibine çıkarılabilir… Hele ki Suriye işinde Çin’in Rusya ile ittifak ettiğine ve İran’ın Türkiye fahiş hata yaptı beyanına bakılırsa, memleketin önümüzdeki günlerde çekisi daha da ağırlaşacaktır…
Bu konu burada bitmez; ne ki başka ayrıntıya bu yazıda başkaca yer yoktur…
Türkiye bu cendereden mutlaka çıkarılmalıdır.
RTE ve ekibi, ne yapıp edip, gitmemekte ve iktidarda kalmak için de dünya savaşı dâhil göz karartmakta bu denli kararlıysa, bizim de sırasını bekleyen kasaplık koyunlar gibi oturma lüksümüz çoktan bitmiştir.
Emperyalist kapitalizmin çıkar savaşlarında harcanan emekçi halklar olmakta, göbeği semirtmek ise hep sermaye payına düşmektedir. Halkın kaderi ise ya kanının emilmesi ya da can vermekle bitişmektedir.
Yurtsever, halkçı, laik, cumhuriyetçi, antiemperyalist, antikapitalist ve bu fasıldan bil cümle bütün emekçi sınıf çıkarlarını öne alan ve sonuçta yazgımızı toplumsal kurtuluşa yazan bir ülke olmayı kendimize yaratamazsak, boynumuza vurulacak boyunduruklar altında inlemeye daha da kötüsü hep can vermeye devam edeceğiz.
Mesele bu denli sadedir…
Son söz; kuşkusuz mesele yalın tıbbi-klinik bir tablo değil, ağır sosyolojik ve sınıfsal çıkarlara bulanmış bir bölge ve dünya resmidir…
Her şeye karşın, çıkmayan candan umut kesilmemelidir…
Denemeye kalktığımız işi bitirmek, yani Haziran Türkiye’sini kurma sevdasına ve çabasına devam etmek gerekmektedir…
Bu da Haziran işi olmadı; yanlış yapıldı; eveleme gevelemesinden mutlaka sıyrılmak ve yapılacak her ne ise küçük tekkeci politikalar adına değil de, beraber neyi nasıl öreceğiz imecesini kotarmak için beraberce iş başı yapmayı gerektirmektedir… Kısaca bize ciddi bir cephe gerekmektedir…