Korona’nın biyolojik zamanı, geçen haftanın konusuydu.
Bu haftaki tafsilat da ekonomi-politiği olsun…
Epidemi ve pandemiler, kuşkusuz sadece fizyopatoloik olgular değil. Neden ve sonuçları bakımından, toplumsal yaşamı çok etkileyen ve çoğu kez de toplumsal alt üst oluşlarla, insanlık tarihinin içinde sosyal, siyasal ve ekonomik yeni zaman evrelerine kapı açan olaylardır.
Şimdilerde, Koronalı günlerin başındayız ve devam ediyor.
Henüz, pik yapıp, çan eğrisine dönüşmedi…
Uzmanları, modellemeler üzerinde çalışıyor ve hastalığın seyir tahminleri üzerinden, gelecek kestirimlerinde de bulunma çabalarına devam ediyor.
Çin-Wuhan, görece sükûnete ermiş vaziyette. Çin korona zaferinden dolayı hem memnun hem de ikinci bir salgın gelebilir endişesinde…
Orada ekonominin de çarkı dönmeye başladı. Yavaş yavaş fabrikalar vardiyalarına ve insanlar da sokak yaşamına dönmeye alışıyorlar…
***
Şimdiki an…
Vaka ve ölüm sayısı bakımından önce Çin’in ardında ve şimdi Çin’in çoktan önüne geçmiş Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD’nin durumu ilginçtir.
Uzmanlarına göre, önümüzdeki iki hafta hem kritik ve hem de vaka sayısıyla ölümlerin daha da uçacağından çok çekinenler var. Mesela, bir siyasi aktör olarak Trump en başta. ABD’nin yanı sıra, yatak, ventilatör, diğer ilaç, tıbbi ve yardım malzemeleri bandında, güçlük çeken bir İtalya, bir İspanya, onları takiben gelen bir Fransa ve daha iyi konumdaki Almanya, bu endişe kervanının diğer parçaları…
Neoliberal sağlık hizmetlerinin, hastane otelcilik hizmet etiketi dışında, birden nasıl da yer ile yeksan olduğunu yaşayarak öğreniyoruz.
Aynı anda hasta tedavisi yapabilecek yirmi bin yatak tesisinde dahi, sınıfta kaldığını hayretle görüyoruz…
***
Yeni bir dünya düzenine (mi?) perde açış…
Dillere pelesenk oldu; “korona öncesi, korona sonrası çağı” diye.
Bu kavşak, adeta kapıda görünüyor. Bir yandan, hem hastalıkla mücadele ediliyor ve hem de yeni bir dünya düzeninin nasıl şekilleneceği meselesi, siyaset erbabının en önemli konusu haline gelmiş bulunuyor…
Korona sonrasına dair iki pekiştirme alanı söz konusu.
Alan ve sınıf…
İlki, bu düzene adını, ruhunu veren, sermaye sınıfına ilişkin bir alandır.
Kapitalizm, genel mahiyeti itibarıyla, sermaye çıkarlarının önemle arkalandığı bir ekonomik sistem. Bu sistem, kendi sürdürülebilirliğini de kendi birikiminde buluyor. Bu birikimin ana unsuru, sermayedara çalışan emekçinin üzerinde elde edilen değerin bir kısmının, kapitale dönüştürülmesiyle, yani artı-değere el konulup, çap değiştirmesiyle ve bunun sürekliliğinin sağlanmasıyla, birikim gerçekleşiyor.
Sermaye bu birikimle hem çap değiştiriyor ve hem de merkezileşiyor. Örnek mi istersiniz; işte o çok uluslu şirketler, holdingler, karteller ya da tröstler…
Sonra daha da yoğunlaşıyor. Bölgesel veya dünya çapında çok uluslu şirketlere dönüşüm bunun izdüşümü…
Hani şu pandemi işine çare bulma adına çalışan, dünyanın pazarlarını tutmuş ilaç şirketlerini veya tıbbi alet ve malzeme şirketlerini burada bir hatırlayalım.
Bu denli bir yapı, sürekliliğini nasıl sağlayacak?
Bu da sosyal hegemonya stratejileriyle gerçekleşecek. Şöyle ki, siyaset mekanizmalarını kendine içkin kılarak. Yani “varlığın yapısına karışmış bulunan, varlığın içinde var olan” olarak. Ve bunu legalize edecek hukukun çatısını da çatarak. Bu hukuku tahkim edecek, siyasal, ideolojik ve kültürel pratik ve aygıtları kuracak falan…
Burada bir soluk alıyoruz…
Öyleyse, hemen ikinci alan da belirginleşmiş oluyor.
O da sermaye için mal veya hizmet üreten çalışanlar, emekçiler. Bunlara da halk sınıfları dersek, yaptıkları işin biçimini de içerir olarak, mavi veya beyaz yakalılar olarak biliniyorlar.
Yani “siz, biz, hepimiz” durumu…
İki alan, çıkarları birbirinden farklılaşan iki karşıt sınıf kütlesini sergilemiş oluyor. Ama kültürel ve ideolojik söylem “hepimiz aynı gemideyiz” binası üzerine de kurulmuş vaziyette.
***
Şimdiki vaziyet ne?
Pandemi ortaya çıktığından beri, çark birden durdu.
Neden mi? Toplumsal, kitlesel ölümleri durdurmak için, “toplumsal izolasyon” gerekiyor.
Siyaset çaresiz!
Hem üretim çarklarının dönmesi gerek ve bir taraftan da toplu mal ve hizmet üretim alanlarında bir arada bulunmamak gerek.
Durum kırk satır mı, kırk katır mı hikâyesine dönüşmüş vaziyette.
Üretimin zorunlu, yani mücbir nedenlerle durması, doğrudan ekonomik devamlılığı acımasızca etkiler vaziyette. Hem mala ihtiyaç var. Hem de virüs, akciğerlerimizden sesleniyor; bir arada olursanız çok ve daha çok öldürürüm diyor.
Bulunan çare ne mi?
Esnek üretim tarzının kendi kendini dayatması…
Bakın eğitim hizmeti için ne icat ettik. Onlayn (bağlantılı) eğitim. Türkçesi şudur; herkes oturduğu yerden. Teknolojik aygıtlarla, temas etmeden, temas kurmaya ve eğitim hizmetlerini vermeye çalışıyoruz…
Ama, tezgah başında ya da hattında mal üreten fabrika için bu mümkün mü? Yanıtı hayır.
O zaman yapılan şudur ki, geçici olarak üretim durduruluyor. Ve doğal olarak, başka bir sosyal felaket kapımızı çalıyor. İşten çıkarmalar, falan…
İşinden olan ahali, emekçi, ne yiyecek, ne içecek!
İki seçenekten birisi, ya sosyal dayanışma mekanizmaları ile gittiği yere kadar, süreç, idame ettirilecek ya da devlet denilen aygıt, sokağa çıkmayı yasakladım derse, sudan ekmeğe, ahalinin ihtiyacı olan her şeyi devlet karşılayacak.
Bunu becerecek devletin, hazine kaynaklarını sadece buna tahsis etmesi gerekecek. İşte kapitalizm, o dönemsel krizlerinin içinden birden ağır genel bir bunalım çağına giriyor.
Kapitalizmin krizleri hiç biter mi?
ABD Başkanı dahi, sistemin ne denli kâğıttan kaplan olduğunu ifşa ediyor.
Bu, topyekûn durgunluk halidir. Yani resesyon.
Resesyonun sonu, sistemin toptan çöküşüdür.
Sistem bir kez çökmeye görsün. Yani ertesi sabah o kendinize siyaseten konsolide ettiğiniz kitleler, yiyecek ekmek bulamazsa, oturduğunuz tahtlar çöker. Cakalar satılamaz; kafaya geçirilir…
Vaziyet budur ama yerine neyin siyaseten ikame edileceği belirsizliği varsa, kapitalizm yine bir yerinden kıvrılır ve belini doğrultur…
***
Demek ki neymiş?
Gelinen veya gelinmesine az kalan nokta, zurnanın zırt dediği son deliğiymiş…
Diyelim ki, Türkiye, kendi ve gönüllü OHAL’ini yaratamadı.
#EVDEHAYATVAR, işlemedi.
Ne olacak?
Sıkıyönetim ilanı gerekecek. Bu kez darbecinin adı KOVID-19'dur.
Tamam, böylece sokağa çıkış falan yasaklanacak. O zaman karnımızın doyması, ihtiyaçların giderilmesi için, hazine muslukları, ahalinin sadece günlük yaşamı için, sonuna dek açılmak vaziyetinde. Hadi buna da karar verildi. Ama ya hazinede para yoksa?
IMF'ye mi gidelim?
İşte, ya değersiz kâğıdı para diye basacaksın ve dağıtacaksın ya da ücret diye verdiğini kısacaksın…
Ne yandan bakılırsa, iki ucu kime batacağı belli olmayan bir değneği elinde tutup duracaksın.
Dün İspanya ve İtalya’ya Türkiye tıbbi yardım malzemesi gönderiyor.
Neden mi? Avrupa Birliği fonları Birliğin patronlarına bile yetmez durumda.
Yani herkes kendi başının çaresine bakmak durumunda…
Macar başbakanı, bu ne iştir diye feryat figan ediyor. Bulgar başbakanı aynı teranede; Birlik üyesi olmayan Türkiye yardımımıza koşuyor diye…
Tabii bir de Kıbrıs’ımız var. Oraya iki el kanda olsa, canlar diye koşmamız lazım. Azerbaycan öyle, yetişmemiz gereken diğer bir adres…
***
Nefesler tutulmuş durumda…
Nefesi tutan, bizleriz.
Necip Türk Milleti…
Acaba, bizdeki ahval ve şerait ne durumda?
Pandemi sıkı sıkıya memleketi vurma aşamasında. Henüz tolere edilebilir gibi görünüyoruz. Ne ki yürekler ağzımızda…
İşin farkında olmayanlar, umreye gitme telaşından sonra, karantinada oturmadan eve kaçma çabasında.
Sıkıldım diyen, boğazda ya balık avında ya da sahil boyu koşu, gezi havasında.
Asker uğurlama, otobüs terminallerinde sülale boyunda.
Düğün için mahalle, sokak kapatanı mı istersiniz. Göbek havası çalanı mı?
Diyanet evlenenlere mesafeli yaklaşım fetvasında bulunmuş. Zaytung değilse ve artık nasıl olacaksa?
“Üç kulhu, bir elham”; vaziyete hâkim olalım diye, gece yarısı salalarında yalvarmalar dualarla…
Bir de kitimiz var mı? İlaç yeter mi? Bütün bunların endişeleri yan cebimizde zulada…
Ve nihayetinde ve bu arada, yeni boğaz kanalı için, ihale süreci tıkırında…
Atlayıp geçmeyelim…
Sağlıkçıların tümü alesta ayakta…
Dur durak yok; boğuşuyorlar…
Hekimi, hemşiresi, eczacısı 7/24 vardiyalı, vardiyasız, hasta başında; hasta ilaç ihtiyacının karşılanması çabasında…
Sadece onlar mı? Tüm sağlık emekçileri aynı tempoda…
Onlar telef olursa, yandı gülüm keten helvası…
İyi de bunlar nasıl korunacak?
Acılı, sitemkâr ne hikâyeler dinliyoruz.
İlk öleni eczacıydı, hekimi, diş hekimi, hemşiresi takip ediyor.
Ziyadesinden, “Allah korusun”. Bunu demekten başka, acaba çaresizliğin bir çaresi var mı?
Sağlık çalışanları, ses duyurmak için hastane kapısında toplaşıp, bildiri okuyalım dediler. Kolundan, bacağından, saçından yerde sürüklenip gözaltına alınmak mükâfatları oldu…
Bir duyuma bakılırsa, dün gece Kayseri’de beş eczanenin camı çerçevesini indirenler, yazar kasaları götürmüşler, ortalığı talan etmişler. Nedeni, acaba parasızlık mıdır?
Aile hekimleri, çalışamadıkları saatin ücretlerinin performans diye kesintisinden şikâyetçi.
Eczacıların adını anan yok. Banko ardında 7/24 dikileceksin, korunmanı da kendin yap; ahaliyi sıraya sokmanı da. Ve bir de yok dalavereci, paragöz, tezgahaltıcı diye ortalık yerde, hem de kendine hoca diyenlerce suçlan dur…
Memleketim insanından, ahvalinden sual olunmaz manzaralar…
***
Komplo teorileri…
Merak buyurulmasın, vaazda bulunmayacağım ama söylentinin sonu gelmezine bir örnek olsun…
En çok konuşulan hikâye, virüsün ABD laboratuvarları mamulatı olarak, oradan Çin’e, ihracatı üzerine kurulmuş vaziyette.
Es geçtik ve sadede bir adım daha yaklaştık…
***
Bu işi nasıl yorumlayalım…
İlk mesele şudur:
Korona’nın milliyeti yok. Bütün coğrafyaları aşkla seviyor. Yani virüs efendi, tam bir dünya vatandaşı. O nedenle de adı pandemi.
Pandemi, pandemi olduğuna göre, mücadelenin de tam bir dayanışmayla uluslararası düzeyde verilmesi gerekiyor. Oysa durum böyle değil.
İstisna örnek var mı derseniz…
O beğenilmeyen, üstü hep çizilen Sosyalist Küba, ihtiyacı olana hekim gönderiyor. Çin belini biraz doğrultmuş görüntüsünde İtalya’ya sağlık ekibi ve malzemesi çabasına giriyor.
Ne ki ABD, halen yok İran, yok Venezüella deyip ambargoya devam ediyor. İnsanlar ilaçsızlıktan ölüyor…
Tamam, çağ kapanıp, çağ açılacak da…
Acaba ne ve nasıl olacak?
Kâğıttan kaplan neokapitalist sistem, artık kendi kendime yıkılabilirim diye mi (?) son nefesini verecek…
Hayır, kuşkusuz öyle olmayacak!
Kapitalist emperyalizm, durumdan vaziyet çıkarıp, bunu normalleştirmeye bakacak. Yani şimdiki koşul neyse, dönüp bu normaldir diyerekten yoluna devam etmeye çabalayacak…
O liberal masallar yerine, çalışma koşulları daha arttırılmış, ücretin iyice kısıldığı daha otoriter bir sistemi, buyur buradan ye diye, ortaya sürmeyi deneyebilecek…
Olmazsa, televizyondan naklen daha ne savaşlar izler dururuz. Hem de demokrasi masalıyla soslanmış olarak.
Yani emek/emekçi düşmanlığına devamda, sistem, sistemi var edenleri, bir defa daha boyunduruğa alma riskini, risk olmaktan çıkarıp hayatın gerçekliği diye önümüze koyabilecek.
Dün, kamucu sağlık hizmetlerinin yer ile yeksan edilmesi için, tüh kaka diyerek, Dünya Bankası projeciliği yapanlar, şimdi televizyon programlarında sağlık hizmetlerinin sosyalizasyonunun ne denli kıymetli olduğu konusunda nutuk irat edebiliyorlar…
Şimdi bunu hayra mı yormak gerek?
Liberalizm masallarına meftun kimi “Aydıncıklar”, devir müsait, yeni adaptasyon sürecinde, yer bulalım telaşında olmasınlar sakın…
Para, borsa kurumları, petrol tüketimin daralmasıyla düşülen bunalımda, dünyanın 2020 büyüme indekslerinin negatif değer vereceğini ilan ediyorlar…
Demek ki, bir şeylerde halk sınıflarının kararlı ve direngen olması gerekliliği, apaçık ortaya çıkmış bulunuyor. Pandemi açık bir mesaj veriyor; kapitalist sistemin yarattığı onca eşitsizlikten sonra başka bir dünya olabilirliği yükseliyor.
Sorun bu yükselişi kimin, nasıl taşıyabileceği ve ete, kemiğe dönüştürebileceği.
Emare yoksa da enseyi karartmayalım…
“Umut saklımızda ölümsüz bayrak;
Kırmızı kırmızı
Dalga, dalgadır.”
İşareti mi?
“Güneş ufuktan şimdi doğar!
Yürüyelim arkadaşlar”…