Bu yazı, gündelik bir konuya dair değil, kendi varlığımızın dünyadaki konumlanışına ilişkindir. Sonuna değin sabredeni çıkarsa, onlar için yazılmıştır.
***
Ayrılmaz parça…
Bir nesnel bütünün hem kendini oluşturan, hem de o bütüne ait olarak parçalanıp, ondan ayrılmadığı sürece, onun ayrılmaz parçası olan ögeye “mütemmim cüz” derler.
Bu klasik anlatım, esasen hukuki bir tanım olup, Türk Medeni Kanunu'nda yerini bulmaktadır. Kanun aynen şöyle diyor: “… Bölgesel töre uyarınca bir nesnenin temel öğesi olup, nesne yok olmadan, parçalanmadan veya özelliğini yitirmeden nesneden ayrılması olanaksız olan, nesnenin bütünleyici konumundaki parçalarına mütemmim cüz adı verilir…”.
Yaşı elverenler sözcüğü daha kolay anlasa da gündelik yaşamın içinden, kendi görme gözlüğümü, örnek olarak vererek konuyu açayım.
Gözlük, bütünsel bir nesne olarak bir kullanım aracıdır. Gözdeki görme kusurlarını, kusurun özelliğine göre düzeltiyor ve dünyayı daha rahat, olması gerektiği gibi görmeye yardımcı oluyor. Gözlüğü bütünsel nesne kılan ayrılmaz parçaları da çerçeve ve camdır. Öyleyse, hem çerçeve ve hem de cam, gözlüğün mütemmim cüzleridir.
Şimdi, bu ne ola ki, hoppala demeyin.
Dilimize dair…
Biz insanların, sosyokültürel bir aidiyet özelliği, konuştuğumuz dillerimizdir. Ağzımızın ortasında organ olarak bulunan dil değil, şeylerin sembolizmini kavramak için seslerden mürekkep ve şeyleri tanıyıp, anlamamıza yardımcı olan dilden bahsediyorum. Dilimiz kendi tercihimiz değil, içine doğduğumuz topluma ait bir özelliktir. Kısaca ve sözgelimi mütemmim cüzümüz, Türkçe dilidir.
“A” harfinin neden bu ses biçimiyle adlandırılmasını bir yana bırakırsak, “a” ile başlayan bir sözcüğün bizlerde oluşturduğu kavramsal ve/veya sembolik anlamlar dizgesinin nedeni, toplum olarak Türkçe dili bizim varlık, biçimsel ve kimlik olarak hem dünyayı anlama ve hem de dünyaya dair tasvirleri kavrama kapasitemizi de belirlemektedir. Bilmediğimiz başka bir dili konuşan bir toplum içine girdiğimizde de Türkçenin, mütemmim cüzümüz olarak geçerli olamaması, birden çırılçıplak ve yalıtılmış hissetmemize neden olmuyor mu?
Dil meselesi, nerdeyse ontolojik olarak her şeyimizdir. Önemi o denli öyledir ki, esasen ne düşünüp, ne anladığımız veya algıladığımız bir yana, somut gerçeklik olarak rüyalarımızı bile Türkçe görüyoruz, onu anlatıya ya da hatırlamaya Türkçe ile döküyoruz. Yani insani varlığımız ve karakteristiklerimizin düzenleyici ögesini konuştuğumuz dil oluşturuyor.
Ortak dil olarak Türkçe konuşuyoruz. Oysa yaşamda, dil ortaklığının dışında, onun sürdürülebilirliğini belirleyen başka ögeler bulunuyor. Genellersek, yaşamlarımızın mütemmim cüzünü, büyük ölçüde üretim ilişkileri kuruyor. Üretici güçler olarak toplumsal dağılımın içinde hangi tabakada, kesitte bulunduğumuzun tayin edici rolünü üretim ilişkileri belirliyor. Bu da içinde bulunduğumuz hem sınıfsal konumumuzu belirliyor hem de sınıfsal düşünüş biçimlerimizi, tercihlerimizi kesinleştiriyor.
Bu sınırlama bize dünyaya nasıl, niçin, hangi taraftan baktığımızın ipuçlarını da veriyor. Yani üretim ilişkileri ne türden ideolojilere sahip olduğumuzun bilinmesini de olanaklı kılıyor.
İdeoloji ve üretim ilişkilerine dair…
İdeoloji sözcüğü, olumsuz anlam yüklemelerine de sahiptir. Neredeyse, düşüncelerin açıklanmasında karşıt kanıt gösterimleri, nasıl ve ne şekilde ideolojik olarak düşündüğümüzün açığa çıkarılma çabalarını içerir. Sonunda, suçlanmak, fikrimizin, görüşlerimizin değersizleştirilmesi, bizim ideolojik bakışımıza atfedilir.
Türk Dil Kurumu (TDK) Türkçe sözlüğünde, ideoloji, kavramsal olarak şöyle tanımlanıyor: “…Düşünbilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünü…”.
Tanımın içeriği Anglo-Sakson düşünbilimcilerin, ideolojiyi tanımlamalarına, büyük ölçüde benzerlik gösteriyor. Bunu elbet tartışacak değilim. Meram olarak anlatmak istediğim, ideoloji kavramın içsel anlamının, toplumsalın her şeyine ilişkin, bir bütünsel düşünce oluşturulması sürecini karşılayan bir kavram olmasıdır.
İşte ideoloji olarak ortaya dökülenin mütemmim cüzü, bu anlamda üretim ilişkileridir.
Günümüzün dünyasını kavramak bakımından sorduğumuz soru, üretim ilişkileri olarak hüküm süren iktisadi sistemin ne olduğu olsun. Dünyadaki diğer istisnai örneklerini bir yana bırakacak olursak, verilecek cevabın kendisi, “kapitalizm” olacaktır.
Bu anamal sisteminde, belirleyici sınıf yapısının da sermaye ve emekçi sınıf ve katmalar olduğu gerçeği, ideolojik değil sosyolojik bir gerçekliktir. Bu sınıfların morfolojilerinin anlaşılması da son tahlilde ideolojinin alanından başka bir şey değildir.
Bu terimin ilk ortaya atılışı bir bilim alanı olarak tanımlama güdüsü ile olmuştur. 18. yy'da Destutt de Tracy tarafında “idea-logi” yani nasıl düşündüğümüzün, konuştuğumuzun ve tartıştığımızın bilimi olarak ortaya atılmıştır.
Bugün, sosyal bilimlerin, üzerinde halen en çok tartıştığı ve kullandığı bir sözcük olarak da geçerliliğini koruya gelmiştir. Tracy’nin tanımladığı çerçevesiyle, olumlu bir anlam içeren ideoloji, sonraları Napolyon tarafından olumsuzluk biçiminde kullanılmasıyla da kavramsal bir gelgitler kargaşasının içine yuvarlanmıştır.
İdeoloji konusunda belki Marx somut, yalın bir tanım yapmamış olmakla beraber, özellikle “Ekonomi-Politiğin Eleştirisi” yapıtında, kavramı irdeleyiş biçimiyle, onu yepyeni bir anlam özelliğine taşımış ve Engels’le beraber ve benzer düşünceye sahip ardıllarınca da geniş açılı tartışmalara konu etmiştir.
Marx adı geçen yapıtında, “…İnsanlar, varlıklarının toplumsal üretiminde, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü de toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine denk düşen bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği, somut temele oturtur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir: tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır…” diyerek ideolojiyi relatif biçimde tanımlamıştır. Öz olarak Marx, “…İdeoloji, insanın, maddi-nesnel gerçeklik içindeki konumuna ilişkin 'yanlış' bilgisidir” sonucuna ulaşır ve bunu da “…Bu bilgiyi oluşturan, maddi hayatın üretim tarzıdır…” sonucuyla da pekiştirir.
Elbette Marx’ın “yanlış” tanımlaması, insanların yaptıklarına dair bir edim değil, içsel olarak kendi konumlarını kavrama yanlışına içkin bir değerlendirmedir.
Bu denli teorik perspektif oluşturma, burası için fazla ağırdır. Ne ki, baştaki ekonomik yapının ne olduğu sorgusuna verilen kapitalizm cevabı, yani insan hayatını biçimlendiren üretim ilişkileri, bu anlamda ideolojik bir kavramdır. Bu üretim ilişkileri sürecini kapsayan ve paylaşan sınıflara da baktığımızda “sermaye ve emekçi sınıf ve katmanların varlığı'' bu anlamda o sınıflar içindeki insanların bir mütemmim cüzü olmaktadır.
Peki, ne olmuş yani…
Dolayısıyla söylenecek söz “Kim korkar hain kurttan”dır. Meselenin öteki yüzü ise, sınıfsal konumumuzun yalın olarak bilincinde olup olmadığımıza dairdir.
Bu yine Marksistgil bir teorizasyonla “kendinde sınıf”, “kendine sınıf” kavramlarının içini nasıl doldurduğumuza ilişkindir. “Kendinde sınıf”, üretim ilişkileri içinde sınıf olmasına karşın, kendi sınıf çıkarlarının farkında olmayan toplumsal bölüğü niteler. “Kendi sınıf” ise sınıf çıkarının bilincinde ve onun uğrunda mücadele etmeyi ya da iktidarını mümkün kılan, onu elinde tutmayı beceren sınıfı niteler.
Bu uzamış lafları, sosyal medyadan gelen naif bir hikâye ile tamamlayayım…
“Mısır yetiştiren bir çiftçi, her yıl en kaliteli mısır ödülünü alırmış. Çiftçi, ödül aldığı mısırların tohumlarını da ekmeleri için komşularına dağıtırmış.
Bunu öğrenen bir gazeteci röportaj yapmak için çiftliğe gelmiş. Gazeteci çiftçiye sormuş:
'Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına, kaliteli tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun?'
Çiftçi cevap vermiş: 'Yoksa bilmiyor musun? Rüzgâr, olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse, çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl ürettiğim mısırın kalitesi düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsam, komşularıma da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmeliyim.'
Sonra çiftçi devam eder:
'Yaşamlarımız da böyledir. Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenle, başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Bir yaşamın değeri dokunduğu hayatlarla ölçülür. Ve mutluluğu seçenler, başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir. Birimizin refaha ulaşması, herkesin refaha ulaşmasına bağlıdır. Buna kolektivitenin gücü diyebilirsin; buna başarının ilkesi diyebilirsin; buna hayat kanunu diyebilirsin.'
Gerçek şu ki hiçbirimiz kazanamayız, hepimiz birden kazanmadıkça.”
Tarım emekçisinin naif hikâyesi, üretim ilişkileri içindeki yerini kavramış “kendinde sınıf” bilincinin kendisidir. Bu hikâye bana “mütemmim cüz” kavramını hatırlattı. Bu yazı ondandır.
Bilmem meram hâsıl oldu mu?