“Klasik” iktisat bilimi, kendini, “insanların sonsuz ihtiyaçlarıyla, doğadaki kıt kaynaklar arasındaki optimum denge” meselesi üzerinden, bir orta yol arayışı olarak tanımlıyor.
İktisaden değil ama siyaseten, bunu memleket ahkamına uyarlayacak olsaydık diye düşünüyorum…
Aradağım yanıtın karşılığını ise “artık ve yoksa”, “gerçeklik” başka bir yere oturuyor mu (?) sorusunda arıyorum.
Öyleyse çözülmesi gereken, iki parametre olmalıdır. “Sonsuz ihtiyaç” ve “kıt kaynak” aforizmaları iktisaden değil de, yani siyaseten neye denk düşüyora bakmak, galiba bir defa daha gerekmektedir.
Her gün bir iç çatışma haberi, her gün ölüm acılarının daha da sıradanlaşması ve hep yönetilenlerin kanının aktığı acılı zamanları yaşayıp duruyoruz.
Biraz da bu manzaradan, yani durumdan vazife çıkararak, buradaki “sonsuz ihtiyaç” meselesini, bir siyasal nesnellik olarak toplumsal konumlanışımıza şöyle uyarlamaya çalışayım:
- Memleket olarak şu sıralar yeniden bir var oluş ve adeta farklı bir kuruluş eşiğine ulaşmış gibi görünüyoruz.
- Coğrafi harita ve onun ahalileri, neredeyse ayrışmanın tam göbeğindedir.
- Bir yanda, diğere tarafa göre ayak direyen bir “Türklük” metaforu ve öte yanda da, “demokratik özerklik-federalizm” kalkışmasını, batı illerine de artık uyarlayabileceğini dillendiren ve giderek kemikleşen bir “Kürtlük” metaforu…
- Reel bölünmüşlük halinin henüz sadece askeri cephede tamlandığını ve giderek derinleşen bir savaş durumunun, gün be gün ağırlaştığını, şimdilik işin suyun yüzüne yazılan bir bilançosu olarak görüyoruz…
- Bu savaşın, halklar arasında bir iç kapışmaya dönüşme eğilimi göstermesi ise yakın-orta vadede bir ihtimal olarak, hep ortada durmaktadır. Ve ihtimale dair, her geçen gün belirginleşip, giderek şekillenen genel bir manzara algısı da, bu anlamda işin cabası olarak verili duruma eklemlenmektedir…
- İki kimlikten biri olarak, kendi merkezinde duran ve “Türklük” metaforunu sahiplenen egemen siyasi otorite, gövde olarak asli yönetim gerçekliğini ve temsiliyetini, hem üstlenmekte ve hem de kullanmaktadır …
- Diğer tarafta ise ortak yaşam koşullarını, coğrafi egemenlik planında ayrıştırarak ve başka bir düze çıkartarak gerçeklemeye çabalayan, henüz bağımsızlaşamamış başka bir siyasi otorite de “Kürtlük” metaforunu kullanarak eylemlerini derinleştirmektedir…
- Sonuçta, bu ikili görüntünün siyasi “sonsuz ihtiyaçları” da birbirine göre relatif olarak farklılaşmaktadır …
Gelelim diğer saik meseleye:
Kaynak kıtlığına, siyaseten bir arayüz olarak bakılabilir mi?
- Egemenlik tepişmesinde var olan kaynak kıtlığı, her iki tarafı adeta birbirine mecbur etmektedir.
- Egemen siyasi odak, kendine içkin iktidar sahipliğini, bir anayasal başkanlık düzeyine dönüştürmek istemektedir.
- Öyleyse bu siyasetin sahipleri, hedefledikleri hukuki meşruiyeti temin bağlamında, diğer aktörü de çeşitli senaryolarla zorlayıp, mecliste bir kabul zeminine çekmek ve yedeklemek için manevralar tesis etmektedir.
- Ortada dönen adeta bir at pazarlığıdır. Barışın tesisi için, zeminin diğer yanında duran siyasi nesnelliğin de bu tava gelmesi, kendince mümkün görüneni almasına bağlıdır.
- Yani kaynaklar kıt ve ortada şimdilik ciddi bir sıkışma bulunmaktadır.
Savaş, tarafların askeri cephesinde bir müddet daha devam edecek görünmektedir. Oysa memleket ahalisinde bir iç boğazlaşmaya gitme eğilimi, henüz zayıf bir ihtimaldir.
An itibariyle yakın tarih sayılan ve meydanlarda kaynaşan kitleler içinde birbirinden kopamayacak olduğunu anlayan bir “memleket şansı”, geçirdiğimiz toplumsal deneyimler içinde çoktan filiz vermiştir. Tohumun toprağa, buğdayın başağa durması için ve bu bağlamda Kürt meselesinin çözümünde de kendini gerçekleyecek olan reel politiğin, “Haziran direnişi”nin ruhunda ve onun siyasi talebi olarak, var olan iktidarın, iktidardan uzaklaştırılmasında yattığını bu ahali çoktan anlamıştır.
Bu Türkiye solu için de büyük bir kazanç ve umuttur. Yani bu olanağı örgütlemeyi ve kullanmayı becerecek bir siyasi önderlik cephesi ve hareket, çıkarcı siyasi manevralardan temelli kopuşu sağlayacak ve toplumsal kurtuluşa kapıyı açacaktır.
Hani jargon olarak bir devrim talebi hep dile getirilmektedir. Devrimin siyasi bir gövde olarak mümkün kılınması, ancak bir iktidar talebinin gerçekleşmesine içkindir. Yoksa devrim olgusu, toplumsal evrimin tarihteki bir izi olarak kendiliğinden doğacak falan değildir. Bunun böyle olmayacağını hem halkların devrim pratikleri, hem de bunun analizini ortaya koyan tarihselcilik anlayışı, şimdiye değin defalarca göstermiştir.
Durum tespiti kuşkusuz önemlidir. Ancak tesbitin ete kemiğe bürünmesi ve eşyanın tabiatında gerçekleşmesi gereken devrim hareketi, ancak onun örgütlenmesinden geçmektedir.
Yani uzun lafın kısası, laf üretmekten kafayı kaldırıp, icraata yönelmek ve bunu devrim iradesini ortaya koyan halk sınıflarıyla buluşturmak, güncelin gündeminde bütün yalınlığıyla durmaktadır.
Haziranın eleştirisini, bir değersizleştirme faaliyetine dönüştürmeden, ahkam kesmeyi bir yana bırakmak ve harekete geçme zamanına dair asgari programatik bir zeminde anlaşmak, dünden daha yakıcı olarak Türkiye solunun ve emek cephesinin önünde durmaktadır…