Her gün, yeni bir olay dinamiği içinde yaşıyoruz.
Kimi zaman şaşırıyoruz; çoğu zaman kanıksıyoruz. Hem olağan gibi hem de her seferinde bir başka olağanüstülük türeten bir yığın olay ve ilintili olgusallıkları hep içiçe yaşıyoruz…
Öyleyse ne oluyor?
Mesela diyelim…
Pandemi, alt edilemeden halen sürüyor. Ne olacağına dair belirsizlik hakkında da fikrimiz tam yok!
Libya’da işler iyice kızışma noktasına eriyor. Hafter’ci Tobruk Meclisi, Türkiye’ye karşı Mısır’ı, askeri müdahale için Doğu Libya’ya davet ediyor.
Ermenistan-Azerbaycan sınırı, yeni bir savaş kıvılcımı olarak dumanlar çıkarıyor.
Avrupa Birliği’nden Ayasofya kararına itirazlar yükseliyor. Yunanistan ve Fransa, yaptırım şarkıları terennüm ediyor…
Suriye M-4 karayolunda, karakol devriyesindeki Rus-Türk ortak birliklerine Amerikancı Kürt askeri varlığı, mayınlı taciz gerçekleştiriyor. Ne iyi ki ölen yok!
Çin, İran’la taze bir dayanışma anlaşması yapıyor ve ABD’ye, karşı yaptırımlar ilan ediyor.
Memleket dâhilinde işsizlik, ekonomik sıkışıklık, hız kesmeden karabasanlık şiddetini arttırıyor.
15 Temmuz “şehit-gazi ödenekleri” vaadine hak kazananlar, ödenmeme tepkilerini dile getirmeye kalktıklarında, polis zoruyla miting alanına alınmıyor…
Barolar, Anayasa’nın tarifindeki yapısından bir gecede çıkartılıp, çoklu baro yapısına tebdil ediliyor.
Yeni Akit gazetesinde, manşetten haber geçiliyor. Hükümetin her icraatına itirazcı diye nitelenen TMMOB, Kürt taraftarı olmakla suçlanan TTB ve marjinal sol ideoloji tarafından yönetildiği savıyla TEB için, çoklu baro benzeri çağrıların tetikçiliğini yapan bir söylem, dilin altından çıkarılan bakla oluyor…
Bu, sadece en yakın çevreden görünüp, seçki olarak buraya yazılabilenler…
Kafa karışıklığımız artsın: Bayılana gazoz, ayılana limonata…
Her olay, kendi bütünlüğünü tamamlayan bir yığın olgusallıkla dolu. Algıladığımız ise, bunların belirsizliği içinden, birinin olma olasılığına dayalı olarak gözümüze, zihnimize gerçeklik olarak yansıyanlar. Olma olasılığının olduğu diğerleri, neden olmadı da sadece bir tanesi aradan hayatın gerçeği gibi göründü. Neyi biliyoruz, acaba farkında mıyız? Nasıllar, niçinler, düşünce alanımıza bile neden gelemiyor?
İyi de bunlar ne demek şimdi?
Neresinden bakarsak bakalım, klasik fizik dediğimiz Newtoniyan fiziğin gerçeklerinden apayrı bir alana oturmuş bir “kuantum fiziği” gerçekliğini yaşıyoruz.
Ne ki anlaması, kavraması, değil sıradan insanları, fizikçileri dahi yoran bir alandan bahsetmiş ve benzerlik kurmuş oluyorum.
Klasik fizik, hareketi düz sürekli değişim, enerjiyi de spektrumdaki artma veya azalma olarak tanımlar. Başka ifadeyle tüm maddi varlık ve olguları iki basit bileşene indirger ve onların mutlak olan, değişmez doğasını, aktüalitesini ve “neliğini-ne olduğunu” vurgular. Bunu yaparken de olgunun kendisinin, o bütünü oluşturan parçacıklarının toplamına eşit olduğunu kabul eder. Bu bakımdan katı gerekircidir (determinist). Varlık, sebep-sonuç zincirinin parçası olarak hareket eder. Böylece olaylar gerçekleşir ve buna göre de “diğer koşullar sabit tutulduğunda (Ceteris paribus)” her olay, olgu tahmin edilebilir. Ne ki, tahmin edemiyoruz!
Tamam da kuantum fiziği, maddi her türlü varlık dâhil, hareketin dalga ve parçacık ikizliği taşıdığını, aynı anda ve oluşum süreçlerinin bütün geçmişlerinde, her iki özelliğin bin bir tezahürünü de içinde barındırdığını vazeder. Orada “bütün”, kendine ait parçaların toplamından her zaman fazladır.
Kuantum teoremi, her düzeydeki (atomaltı parçacık, çok küçük, küçük, gündelik, büyük, çok büyük, kozmik) fiziksel gerçekliğin hikâyesidir. Bu itibarla görelidir. Onsuz, yıldızların nükleer enerjiyi nasıl ürettiğini, ışığın nasıl bir hızda yol aldığını, zamanın nasıl bükülebildiğini, kimyasal bileşiklerin renkleri ya da kokuları nasıl ortaya çıkardığını, katı cisimlerin niçin güce ve genelde bükülme kapasitesine sahip olduğunu, elektrik akımının niçin kablolardan geçebildiğini veya süper iletkenlik, lazer ışığı gibi olguların nasıl gerçekleştiğini anlayamayız. Mikroçip teknolojisi bütünüyle bir kuantum teknolojisidir ve giderek daha da iyi öğrendiğimiz üzere, biyoloji, bir kuantum etkiler âlemidir.
Kısacası, yaşam evrenimiz esasında bir kuantum evrenidir. Bir kuantum varlığı hem momentuma sahip olan bir dalga hem de konuma sahip olan bir parçacık gibi davranma karakterinde ve kapasitesindedir. Bu nedenle de varlığın, momentum ve konumunun, aynı anda bilinemez olmasına “Heisenberg belirsizliği” denmektedir. Bu, kuantum süperpozisyonu-olasılığı olarak da bilinmektedir.
Kavram kargaşası yetmediyse…
Kuantum süperpozisyonu için en çok örneklenen “Schrödinger’in Kedisi” düşünce deneyidir. Ama bu sefer değişiklik olsun ve haydi, bu anlaşılmazı, “Pinokyo hikâyesi” ile iyice anlaşılmaz kılayım…
Gepetto Usta, sıradan bir odun parçasından yaptığı kuklaya, “Pinokyo” adını verir. Onu, çocuğu gibi benimser ve Pinokyo da hem kukladır ve hem de giderek canlı özelliğini kazanır. Pinokyo yaramazlıklar yapar. Kimi zaman tembel, kimi zaman muziptir. Arada yalan da söyler. Yalan söylediğinde ise burnu uzar. Hikâye kurgusu böylece uzar gider.
Süperpozisyon işi bu hikâyenin neresindedir?
“Pinokyo, “birazdan burnum uzayacak” derse; ne olur? Biliyorsunuz ki Pinokyo’nun burnu sadece yalan söylerse uzar. Dolayısıyla Pinokyo, eğer burnunun uzayacağını söylerse ve burnu uzamazsa, yalan söylemiş olacağı için burnunun uzaması gerekir. Ancak burnu uzarsa da doğru söylemiş olacağı için, uzamaması gerekir. Bu, bizim için, içinden çıkılmaz bir “Paradoks” gibi görünebilir; ancak, Kuantum Dünyası için bu gayet doğal bir şeydir.”
Öf demeyin!
Olaylar, olgular ve maddi dünyanın gerçeklerini tam olarak anlayabilmemiz için ortada çok ciddi sorunlar var.
Anlamak için okumak, öğrenmek, varlık, olgu ve olayların ardını önünü, bilimsel bir akıl süzgecinden geçirmek ve esaslı bir biçimde tartışabilmek gerekiyor. Yani kocaman bir ölçme, biçme sorunu ile karşı karşıyayız.
Uzay yolu 1999’daki, Kaptan Spark’ın elinde tuttuğu görüntülü telefonun sanal dünyasından, elimizde görüntülü telefonları tuttuğumuz bambaşka bir dünyaya adım atmış bulunuyoruz.
Elon Musk, adını duymuşsunuzdur. “Neuralink” adında bir firması var. Musk, firması aracılığıyla dünyaya, yenilerde bir duyuru yaptı. Diyor ki, beyin sinyalleri ile bilgisayarlar arasında bağlantı kuruyoruz. Projenin adı BCI. İngilizcesi –“brain computer interface” ve Türkçesi de “beyin bilgisayar arayüzü-BBA”. Özetle bir mikroçip. İmplant olarak beyinle bağlantı kurulacak bir anatomik alana bu mikroçip yerleştirildiğinde, nöronal sinyallerle, bilgisayar ana belleği birbirine bağlanacak ve konuşmaya başlayacaklar. Bütün bildiklerimiz ve anılarımız dâhil, beyin kayıtları, bilgisayar ana belleğine gönderildiği gibi, bilgisayar ana belleğindeki veriler, bilgiler ve aklınıza gelebilecek nicesi, beyinlere aktarılabilecek. Hatta uykuda, rüyalarımızın video kayıtlarını, ertesi sabah bilgisayar ekranlarından izleme şansımız veya şansızlığımız olabilecek.
Bugün akla hayale gelmeyen yüzlerce olumlu, olumsuz olguyu veya “yeni gerçekliği” içinde barındıracak yepyeni bir insan tipolojisine adım atış. Laboratuvar farelerinde, ilk deneyler gerçekleşmiş bile. Sırada insanlar var. Aklımızdan her geçenin, bilinebilir olduğu bir insan olmak ister miydik sorusunun yanıtı ise bende yok…
İnsan davranışlarının sosyobiyolojik gerçekliğinin ya da anlaşılmazlığının çözümüne, belki de az bir zaman kala, acaba neredeyiz ve ne yapıyoruz sorusu da başka bir karabasan haline geliyor!
İki-dört tezene vuruşuyla bağlama…
Bağlama çalanlar, tezene tutuş ve vuruşunu mutlaka bilirler. Bir ritim tutuş alfabesi olmalı. Saza gerilmiş tellerin, içinde sakladığı ses titreşimlerinin kuantum dünyası. Oysa bütününü algılamamız bir müzik notası olmaktan öte değil. Dokuzuncu senfonin tınısı ile Rodrigo’nun gitar konçertosu ya da Âşık Veysel’in, Ruhi Su’nun sazı, nasıl farklı renklerdeki dünyaların kapılarını açar dinleyenlerine…
Bu belirsizlik anlatımlarından, masal sonlarındaki gibi muradıma erip, kerevete çıkmam gerek.
Diyelim ki devrim yapma niyetindesiniz! Nasıl olacak; mutlak bir reçetesi var mı?
Coğrafya bir kaderse, hangi coğrafyada, hangi bileşik insan kapları, davranışları, beklentileri ile devrime itkiyi nasıl ve ne şekilde vereceksiniz? Kısacası, örgütlenme, strateji ve taktik nasıl olacak?
Devrimin kuantum mekaniğini, aynı zamanda hem dalga ve hem de parçacık olarak nasıl gerçekleştireceksiniz? Yani gerçekleşme olasılıkları olarak, sayısız sayıda kuantanın içinden, o devrimci durum anını nasıl yakalayıp onu ayakları üstüne kaldıracaksınız?
“Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” belirsizliği ile değil herhalde. Ve herhalde, yüz altmış beş karaktere sıkıştırılmış tivit sloganlarıyla hiç değil!
Neyi, nasıl ölçeceğimizi bilemeden, neye göre kerteriz alacağımızı, nasıl bilebiliriz?
“Olmak ya da olmamak, şimdi bütün mesele bu!”