“Orta sınıf“ ve ara katmanlar meselesi
Bu yazımda esas olarak, Bora-Soyer polemiğinden hareketle “orta sınıf” mitinin entelektüel çevrelerdeki popülaritesinin tarihsel kökenlerine ve ücretli proletaryanın genişlemesiyle küçük burjuva ara katmanların daraldığı yönünde sosyalist algıdaki ortalama kabule ilişkin yer yer kışkırtıcı da olmaya çalışan değerlendirmelerimi paylaşmak istiyorum.
Geçtiğimiz hafta öteden beri yazdıklarını beğendiğim iki değerli müellifin polemiğini okudum. Tanıl Bora’nınkini Can Soyer’in yanıtından birkaç gün önce sendika.org’da yayımlandığında okumuştum. Tartışma düzeyi ve üslubu açısından bu örnek alınası polemiğin taraflarının yazdıklarına dair doğrudan bir eleştiri ya da değerlendirmem olmayacaksa da Bora’nın “orta sınıf”ın ontolojik varlığı ve sosyo-kültürel unsurlarla tanımlayışına ilişkin itirazlarında Soyer’e tamamıyla katıldığımı belirtmeden geçemeyeceğim.
Bu yazımda esas olarak, Bora-Soyer polemiğinden hareketle “orta sınıf” mitinin entelektüel çevrelerdeki popülaritesinin tarihsel kökenlerine ve ücretli proletaryanın genişlemesiyle küçük burjuva ara katmanların daraldığı yönünde sosyalist algıdaki ortalama kabule ilişkin yer yer kışkırtıcı da olmaya çalışan değerlendirmelerimi paylaşmak istiyorum. İkinci sorunsala ilişkin kısımda akademik geçmişim yüzünden kentleşme süreçlerine ilişkin gereğinden fazla ayrıntıya girmiş olabileceğimi de peşinen kabul ediyorum.
“ORTA SINIF”IN DAYANILMAZ CAZİBESİNDEN MARKSİSTLERIN PAYINA DÜŞEN
Orta sınıf Weberci sosyolojinin 1930’lar ABD akademisinden başlayarak ana akım sosyal bilimci tutumu haline gelmesinden beri, mavi yakalı işçi sınıfıyla kapitalist sınıftan olmayan kesimleri içine doldurulduğu bir konteyner kavram. Somut olarak kendi hesabına çalışan meslek erbabından, küçük ölçekli mal-hizmet üretici-sağlayıcılara uzanan küçük burjuva ara katmanları kapsasa da çoğu zaman keyfi olarak ücretli beyaz/gri yakalıları kapsayacak şekilde muğlak biçimde genişletilerek kullanıldığını da biliyoruz. Nasıl işçi sınıfı somut ücretli emek-sermaye sömürü ilişkisine ek olarak, sosyal-sınıfsal mücadelelerle ve bu mücadelenin kendini meşrulaştırdığı gerçeklik evrenini kuran ve yeniden üreten söylemlerle şekillenen bir sosyal varlıksa, küçük burjuvaziyi sınıfsal kutuplaşma içinde paralize olmuş bir ara katmandan, tekelci sermayeyle işçi sendikaları arasındaki Keynesçi-Fordist uzlaşma döneminin hakemi konumuna getiren koşulların da “orta sınıf“ kavramlaştırmasının gücüne güç kattığını görmek gerekir.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemin sendikalarla içsel ilişkileri olan işçi partileri ve sosyal demokrat/sosyalist partilerin başkanlık ettiği hükümetler üzerinden kurulan sınıfsal uzlaşma koşulları, sağ veya sol küçük burjuva radikalizmi damarlarını da kuruttuğu ölçüde bu kesimleri, kapitalist sosyal formasyonlardaki egemen (burjuva) kültür ve ideolojinin taşıyıcılarına dönüştürdü. Bu dönüşüm ve arkasındaki sınıfsal uzlaşma koşullarının aslında, Bora’nın yeniden üretim ve ideoloji alanında inşa edildiğini kabul ettiği yaşam kültürüyle düşünsel-etik eğilimlerin (ethos ve pathosların) de kaynağı olduğunu görmek gerekir. Soyer’in dediği gibi bu sosyo-kültürel unsurlar, “orta sınıf” diye çağrılanları Marksist anlamda bir sosyal sınıf saymaya yetmez. Peki, “orta sınıf” mitine ilişkin tezlerin uzun süredir döne döne önümüze gelmesine yol açan bir realiteyle, tekelci kapitalizmin bir birikim sürecinden itibaren, işçi sınıfının devrimci isyanlarının klasik tarihsel döneminin sona erdiği gerçeğiyle ilgili gerçek bir yüzleşmeye ihtiyacımız yok mu?
SONA EREN NEYDİ?
Mike Davis’in Eski Tanrılar ve Yeni Bilmeceler: Marx’ın Kayıp Teorisi’nde (2018) altını çizdiği üzere, işçi sınıfı ve onun sosyal demokrat/komünist partileri bu tarihlerden sonra, anti-faşist veya anti-emperyalist (veya ezilen halkların kurtuluşu) mücadelelerinin önemli destekçileri olmuşlarsa da, eylemsel öznellik ve öncülük bakımlarından sermaye düzeninin yıkılmasına stratejik önem veren devrimci bir tutumun uzağında olmuştur. Geç kapitalistleşen coğrafyalardaki sınıf mücadelelerini dışarıda bırakarak konuşursak, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, işçi sınıfı/proletarya Birinci Enternasyonal’den (1867) başlayıp, Almanya’daki Faşist Darbe’yle (1933) kapanan tarihsel dönemdeki gibi, toplumun devrimci dönüşümüne önderlik eden sınıf konumunda olmamıştır. İş yerlerinde ve ülke genelinde zaman zaman grevler yapsa, 1 Mayıs’lara öncülük etse de sınıfın sendikal ve politik örgütlerinin ekonomik ve sosyal hakların geliştirilmesinin ötesinde kapitalizmi aşmaya dönük devrimci bir strateji ekseninde hareket etmediğini tespit etmek zorundayız.
Sonuç olarak, “orta sınıf” konteynırının keyfi biçimde doldurulmasında, sermaye egemenliğinin tesis edildiği ülkelerde, işçi sınıfı öznelliğinin kendisini 80-90 yıldır devrimci biçimde ortaya koymayışının önemli pay sahibi olduğunu görmek gerekiyor. Bu tespiti paylaşan devrimci Marksistlerin, 21’nci yüzyılın krizlerle dolu dünyasında sermaye egemenliğinden kurtuluşu sağlayacak, yepyeni bir proletarya mücadelesinin hangi örgütlenme ve mücadele araçlarıyla, hangi sosyal ittifaklarla, hangi stratejik halkalara yüklenilerek, nasıl açığa çıkartılabileceği üzerine, 80-90 yıllık geçmişin özeleştirisini yıkıcı da olsa mantıki sonuçlarına götürmeyi de içeren bir tartışmayı yapabilmeleri gerekiyor. Bunu hakkıyla yapmak için yalnızca politik örgütlenmeler düzleminin ötesine taşıyarak, sınıfın sosyo-ekonomik örgütleri sayılan sendikaları, ücret ve kitle sendikacılığını ve de sınıf mücadelesini sendikalizmden ayrıştıramayan baskın tutumları da masaya yatırmalıyız. Sözün özü, Marx’ın proletarya devrimlerine ilişkin aşağıdaki satırlarını sınıf devrimcilerine uyarlayarak düşünüp, eylemeyi öneriyorum:
(Proletarya devrimleri) sürekli olarak kendilerini eleştirir; sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar; onu yeniden başlatmak üzere, görünürde tamamlanmış olana geri dönerler; ilk girişimlerinin her türden eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla ve zavallılıklarıyla acımasız bir titizlikle alay ederler; düşmanlarını, yalnızca, topraktan yeni güçler kazanabilmesi ve kendi karşılarına çok daha devleşmiş biçimde dikilebilmesi için yere sermiş görünürler; sürekli olarak, kendi öz amaçlarının belirsiz devasalığı karşısında yeniden korkuya kapılarak geri çekilirler; her türden geri dönüşü olanaksız kılacak durumun yaratılmasına ve koşulların kendilerinin şu şekilde bağırmasına kadar: Hic Rhodus, hic salta! (Louis Bonapate’ın 18. Brumaire’i)
PROLETARYA GENİŞLERKEN, ARA KATMANLAR
Bora-Soyer polemiği vesilesiyle değinmek istediğim diğer husus, ana akım (burjuva) aydınlar nazariyesinden “orta sınıf”ın genişlemesine dair kurulan ters orantılı denklem gibi, onun ayna yansısı sayılabilecek, ücretli emekçiler kitlesinin genişlemesiyle ara katmanların eriyeceğine dönük algının da doğru olmadığıdır. Bunların genişlemesi ya da daralmasına dair Avrupa deneyiminden türemiş bir çeşit (düalist) bileşik kaplar kavrayışından kurtulmak gerekiyor.
Türkiye'de kapitalist birikim süreçlerinin 1950'lerin ortasından yakın zamanlara kadarki gelişme özelliklerinden biri; mülksüz-ücretliler anlamında proletarya/işçi sınıfının genişlemesinin kentteki geleneksel küçük burjuvazinin işçileşmesinden çok daha büyük oranda kırdan kente göçle gerçekleşmesidir. Bu kunduracısından, terzisine küçük üreticilerin mülksüzleşip, işçileştiğini daha sonra da önemli bir kısmının sınıfın kolektif zekasının taşıyıcıları olarak sınıf sendikacılığının gelişmesinde öncü roller oynadığını göz ardı etmek değildir. Proletarya saflarının kırsal yoksullaşma ve işsizliğin baskısıyla ivmelenen bir genişleme yaşadığına, buna kentsel alanda kendi hesabına çalışan ya da küçük işletmeci ara katmanlardaki (genel itibariyle dönemin şartlarından türeyen işlerle) bir genişlemesinin eşlik ettiğine işaret etmektir. Bu kısımda birkaç kez değineceğim için parantez içinde verdiğim tespitle ilgili Soyer’in yazısındaki şu cümleyi anmadan geçemeyeceğim: “Sermaye birikim süreçlerinin gereksinimleri doğrultusunda küçük burjuvazinin mesleki/sektörel bileşimi tarih içinde farklı biçimler alır.“
Kırda yoksullaştığı-mülksüzleştiği için geçimini yapacak bir işten yoksun hale geldiği için iş olanaklarının daha fazlalaştığı kentlere yönelenlerin yanında, 1955 sonrasındaki büyük demografik geçişle kente göçenler arasında bu sosyo-mekansallıktaki ekonomik canlılığı ya da tarımdaki göreli gerilemeyi sezen küçük-orta ölçekli toprak sahiplerinin de olduğu gerçeği gölgede kalmıştır. Bu gölgede kalışta; “Köylülerin kitlesel bir akınıyla cadde ve sokaklarında kravatlı takım elbise ve şık kıyafetlerle dolaştığımız, kapılarımızı kilitlemeden yattığımız kentlerimiz bozuldu.“ diyerek feveran eden ve akademi kürsülerinde konuya; “Bunları köylerine nasıl geri yollayabiliriz?“ yaklaşan kentli/burjuva tutumun büyük payı vardır. Bu tutumun hegemonyasının ancak 1970’lerde kırıldığını da belirtmek gerekir.
Şüpheniz kırdan kente gelenlerin büyük çoğunluğu ücretli emekçiler sınıfına katılmıştır. Kentlerin 1980’lere kadarki gelişmesini de bu göçmenlerin barınma, ulaşım, gıda tedariği, tüketim gibi başlıklarda yoğunlaşan ihtiyaçları belirlemiştir. Bu yanıyla, emeğin kentleşmesinin gerekleriyle belirlenen bir sosyo-mekansal gelişme söz konusudur. Fakat söz konusu ihtiyaçlarının kimler tarafından, hangi çözümlerle karşılandığı kentsel gelişmenin şekillenişini ve bu süreçten kimlerin karlı çıktığını belirlemiştir. 1960’larda sayısı hızla artan yeni kentli emekçilerin mahalli ve müşterek ihtiyaçlarının büyük ölçekli, ucuz, erişilebilir ve düzenli mal hizmet üretimleriyle karşılanması noktasında ne belediyelerin gücü, ne de Türkiye kapitalizminin niyeti vardı. İhtiyaç sahiplerinin bir tür beledi sosyalizmi talep etmesini sağlayacak bütünsel bir yaklaşımın 1970’lere kadar Türkiye entelijansiyasında mevcut olmadığını da eklemek gerekir.
KENTSEL ARA KATMANLARIN TRANSFORMASYONU VE KÜÇÜK ÜRETİCİLİĞİN KENTLEŞMESİ
Türkiye’de 1960-80 arası dönem değerlendirilirken, kırdan-kente göç, sanayileşme ve sanayinin soğurma kapasitesinin eksikliği nedeniyle dolmuşlu, işportalı kentin ortaya çıkması anlamında enformel kentleşme biçiminde değerlendirilir. Halbuki olayın bir de küçük üreticiliğin kentleşmesi boyutu vardır. Kırdaki varlıklarını satıp, paralarını denkleştirip ya da hasat parasının bir kısmıyla kasaba ya da ilçelerde küçük ticarete girenlerin (ki 1950-1965 arasında küçük belediyelerin sayısının hızlı artışında önemli bir faktördür) bir kısmının, 1960’ların ortalarına doğru bu işlerini il merkezlerine, büyük şehirlere taşımaya, dolmuş-taksi işletmeciliğine girmeye, zamanla da kentsel rantlar alanının en karlı kısmı olan arsa-konut sektörüne doğru mafyatik gruplar şeklinde el atmaya başladıkları görülmüştür. Bu silsile içinde hemşerilik-akrabalık-aşiret-cemaat bağları temelinde gecekondu mahallelerinde yerel kollama-kayırma ilişki ve ağları kuranlar, bir süre sonra (genellikle de Adalet Partisi [AP] parti alanında yerel siyaset ve belediyelerle de bütünleşmiş olmanın verdiği güçle) kentsel büyümenin arttırdığı rantlar alanındaki faaliyetlerini hazine arazilerini çitleyip, çevresindekilere satan mafyatik gruplara dönüşecek biçimde büyütmüşlerdir. Bütün bunlar sayesinde, küçük üretici-girişimcilerinin kentsel tüketim ve rantlar alanındaki etkinliği ciddi biçimde artmış, 1970’lerin ortalarına kadar kentlerin sosyo-mekansal gelişimine damgasını vurmuştur.
Bu küçük üreticiliğin mafyalaşmış düzensiz-plansız kentleşmesi karşısına CHP, 1973 seçimlerinde "yeni belediyecilik hareketi"yle çıkmıştı. Belediyenin gerçek anlamda bütünsel bir toplu taşımacılık yapması, halk ekmek fabrikaları, tanzim satış mağazaları kurması ve konut ve perakende tüketim kooperatifçiliğini teşvik etmesi bu dönemde gündeme gelmiştir. Belediyelerin bu uygulamalarla kent emekçilerinin yaşam maliyetlerini düşüren ve belli standartları ve düzenliliği olan hizmetler ürettiği bu dönemde, büyüyen devrimci hareketlerin gecekonducularla birlikte arazi mafyasına karşı ortak mücadelesiyle üniversitelilerin teknik bilgisiyle kısmi de olsa planlanarak kurulan yeni mahallelerle emeğin toplumcu kentleşmesi diye adlandırabileceğimiz kısa bir dönem yaşanmıştır. Dolayısıyla, 1960-80 arasında yaşanan sosyo-mekansal gelişmenin bir yüzünde emeğin kentleşmesi varken, diğer yüzündeyse kırsal küçük üreticiliğin kentleşmesi vardır. Emeğin kentleşmesi bir ölçüde beledi sosyalizme uygun bir rotaya girmişken, 12 Eylül darbesi geldi. Hikayenin bundan sonrası başka bir yazının konusu.
Burada altını kalın çizgilerle vurgulayarak anlatmaya çalıştığım şey, sanayileşme, kırda mülksüzleşme-işsizleşme, kentte işçileşme süreçlerinin yüksek bir tempoda yaşandığı kapitalist gelişme süreçleri kentsel ara katmanları daraltmaz, aksine ücretli emeğin saflarının hızla genişlediği böylesi dönemler, kentsel küçük burjuvazinin de yeni işler ve mesleklerle genişlemesine şahitlik edebilir. Bu tartışmayı daha yakın tarihlere getirip, İslamcı neoliberallerin 30 yıllık hegemonyasını ara katmanların hikâyesi diye okuyabilir miyiz sorusunu tartışacağım kısmı haftaya bırakıyorum.