Otoriter baba figürü olarak teknik direktör
Her şeye karar veren, her bilginin üzerindeki baba modelini aramayı da, “imparator” aramayı da bırakalım artık. Bu insanlar birer mitolojik karakter değiller ve iyi ki de öyle değiller.
Bir mesleğin evrensel tanımıyla yerel tanımı arasında bu kadar fark olur mu? Eğer işin tanımı birbirinden bu kadar ayrıldıysa, buna yeni bir isim vermek gerekmez mi? Son günlerde bu sorular kafamı meşgul ediyor zira dünyanın bir yerinde “teknik direktör” denildiğinde anlaşılan şeyle, Türkiye’de “teknik direktör” denildiğinde anlaşılan şey arasında herhangi bir bağ kalmadı.
Teknik direktörlüğün tanımını, “spor takımının oyuncularını kurduğu düzene göre oynatan, oyuncularla spor kulübü arasında ilişkileri düzenleyen kişi” olarak yapmak mümkün. Oyuncuların saha içinde yapması gereken görevleri belirleyen, buna göre stratejiler geliştiren, planlamalar yapan, antrenman takvimlerini oluşturan bir pozisyon. Elbette bütün bu görevleri tek bir kişinin yerine getirmesi mümkün değil, o yüzden aynı zamanda da bir ekiple birlikte çalışması gerekiyor. Takımın oyun stratejisinin belirlenmesi için bir grup, o stratejinin oyunculara aktarımı için bir başka grup, antrenman metod ve takviminin planlanması için bir başka grup çalışıyor. Hatta bu ekip, kendi içinde hücum & savunma antrenörlüğü şeklinde de ayrılabiliyor. Sadece kalecilerle ilgili bir departman bile olabiliyor. Bütün bu ekibi kontrol eden, yöneten ve hatta seçen kişiye de teknik direktör diyoruz.
Mesleğin Türkiye’deki yansımasına baktığımızda ise bu tam olarak böyle işlemiyor. Öncelikle, Türkiye’deki teknik direktörlük biçiminde bir “ekip”ten bahsedemiyoruz. O ekipler içinde birileri çalışıyor ama kim oldukları, yeterliliklerinin ne olduğu gibi kriterlerden ziyade o “marka” teknik direktörle olan iyi ilişkileri daha büyük bir belirleyici faktör olabiliyor. Ülkenin en önde gelen teknik direktörlerinin ekibinde yetişip, sonradan Türkiye’nin en iyi teknik direktörleri arasına girebilmiş çok fazla isim sayamıyoruz. Örneğin Aydın Örs’ün ve o yapının yetiştiriciliğinin futboldaki karşılığını bulmak kolay değil. Doğal bir sonuç olarak da, çok fazla teknik direktör yetişmiyor zaten. Türkiye’deki en iyi teknik direktörlük “ekibi” hangisidir desek, buna hangi sporsever yanıt verebilir? Sporseverleri geçelim, hangi yönetici yanıt verebilir. Bunu ölçüp değerlendirecek bilgi ve donanım, o yöneticilerde mevcut mu ki, sağlıklı bir değerlendirme yapabilsinler.
Bir teknik direktör tercihi yaparken, yukarıdaki tanımlarda geçen kriterlerin neredeyse hiçbirinin aranmadığını söylemek mümkün. Bir fikir, bir ekip, bir plan üzerinden bir isme yönelmek yerine; bir isim üzerinden fikir oluşturmaya çalışınca sonu böyle oluyor. Eğer teknik direktörlük kriterlerimiz içinde bu değerlerin hiç birisi yoksa, neye göre karar veriyoruz.
Türkiye’de teknik direktörlük, bir çeşit geleneksel “baba figürüne” dayanır. Takımın teknik yöneticiliğinden ziyade, o kulübün tüm kaderinin emanet edildiği bir tanrısal varlıktır teknik direktör. Otoriter bir babanın çocuklarıyla kurduğu ilişki gibi, verdikleri kararların sorgulanmasına asla tahammül edemezler. Bu soruları ne zaman sormaya başlasanız, pençelerini çıkartıp üzerinize gelmeye başlarlar. “Tüm sorumluluk bende” diyip bir çeşit “babalık” yaparlar ama sorumluluklarının gereğini de yerine getirmezler. Anlatmazlar, hesap vermezler, tartışmazlar. Kendilerini her zaman her fikrin, her düşüncenin üzerinde görürler. Türkiye’de bu mesleği icra etmenin yolunun bu olduğunu düşünürler.
Lakin bu teknik direktörlerin kim olduklarından bağımsız bir meseledir. Zira taraftarlar da bu bakış açısının ayrılmaz bir parçasıdırlar. Teknik direktör saçma sapan bir karar verdiğinde, taraftarın genellikle verdiği tepki “vardır bir bildiği” olur. Kendi aklını, fikrini bu örnekte “baba” figürüne devretmiş çocuğun olduğu gibi. “Ben yapamam, ben edemem, ben başaramam, benden bir şey olmaz. O yüzden öyle biri gelsin ve beni bulunduğum şu konumdan çıkarsın, bu sorunumu çözsün ve ben de ona itaat edeyim.” Tam da bu sebeple bu tip teknik direktörler başarılı olduklarında “tek başına şampiyon yaptı” denir. Başarılar tekrarlanınca “imparator” oluverirler.
Otoriter baba figürünün gereklilikleri içinde öncelikle sert bir üslup gereklidir. Rakip takımın teknik direktörüyle didişme, futbolcusuyla çekişme gibi meseleler geniş kamuoyu tarafından “takımın haklarını savunan” bir çeşit önder olarak algılanacağı için, kitleler hemen arkanıza diziliverirler. Medyayla ve taraftarlarla ilişkileriniz dünyada olduğundan çok daha büyük bir belirleyici kriterdir. Orada ortaya koyduğunuz işe bakarlar, burada rakip takımın başkanına veya bazen de kendi takımınızın başkanına ettiğiniz lafa. O güce tapılır buralarda.
Günün sonunda, bu özelliklere haiz olmayan bir teknik direktörün Türkiye’de başarılı olamayacağı bir sonuca varırsınız. Başlarsınız mesleğin tanımını kurcalamaya. Hakemlerle ilişkiler, TFF’yle ilişkiler, medya baronlarıyla ilişkiler, ne işe yaradığı belli olmayan yöneticilerle ilişkiler, menajerlerle ilişkiler belirleyici olmaya başlar. Dünyanın teknik direktörlüğün evrensel tanımı içinde en parlak fikirli insanı da olsanız, Türkiye’ye gelme konusunda veto yiyebilirsiniz. Çünkü biz tanımı oradan yapmayız.
İşte tanımı oradan yapmayınca, kendimize özgü tariflerle çıktığımız yolda, kendimize özgü oyunlar oynuyoruz ve evrensel futbol değerlerinden gün geçtikçe uzaklaşıyoruz. Futbolun evrensel değerlerinden ne kadar uzak olduğumuzun analizi yerine, kendi içimize dönüp kendi kurallarımızı koyup oynadığımız yerel yarışmada kimin daha başarılı olabileceğine odaklanıyoruz.
Oysa bu sorunlarımızın sadece küçük bir kısmı. Eğer bir teknik direktörlük dehasından bahsetmiyorsak; iki adım geri, bir adım geri tüm bu görevleri yapan insanlar birbirine yakın performanslar ortaya koyacaklardır. Henüz oralarda tartışamıyoruz ama yazının başında belirttiğim gibi, bu aynı zamanda bir ekip işidir.
Mesele, o insanların yeterliliğinden ziyade, bizim onlara hangi çalışma alanlarını verdiğimiz ve görev tanımını nasıl yaptığımız. En azından “Alman” diye Milli takım teknik direktörlüğüne getirilen Stefan Kuntz, takımına verdiği taktiği tariflerken İstiklal Marşı’ndan örnek vermeye kalkınca, o iş olmuyor işte. Almanlığın nasıl bir kriter olduğundan bağımsız olarak, o zaman onun Alman olması da kriter olmaktan çıkıyor zaten. Kimi getirirsen getir, burada dönüştüğü şey aynı. Bu da onlarla değil, bizimle ilgili.
Her şeye karar veren, her bilginin üzerindeki baba modelini aramayı da, “imparator” aramayı da bırakalım artık. Bu insanlar birer mitolojik karakter değiller ve iyi ki de öyle değiller. Biz de kaderimizi bir kişinin ellerine teslim etmiş falan değiliz. Kimse vazgeçilmez değildir, zira kimse kimseden de çok zeki değil. Kimsenin bilmediği sihirli formülleri ele geçirmiş olduklarını da sanmıyorum. Dünyanın güncel futbol anlayışlarına veya yeni metodlara, yeni fikirlere yakınlık & uzaklık diye birbirlerinden ayrılıyorlar. Bir tarafta yeni fikirler oluyor, diğer tarafta tecrübe. Sana hangisi lazımsa onu seçiyorsun. Hanelerinde bulundurdukları kupalar da kişisel servetleri değil. O kupalar, başarı veya başarısızlıklar da kulübün tüm bileşenlerinin ortak çalışmasından doğan birer sonuç. Futbol da ülkemizde görüldüğü haliyle, bir çeşit tapınma oyunu değil.