30 Ağustos’u geride bıraktık.
Sırada 10 Kasım ve 29 Ekim var…
Üçü gitti (23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos); bu ikisi kaldı. Demek ki, Türkiye solunun gündemine son 20-30 yıl içinde giren özel gün sataşmalarına ve kahredici tespitlere bu yılın sonuna kadar iki kere daha tanık olacağız.
Merak etmeyin; beyhude olduğunu artık anladığımızdan burada kalkıp “burjuva devrimlerin” tarihteki yerinden, geçmişteki olaylara kendi tarihsellikleri açısından yaklaşmak gerektiğinden ve buna benzer şeylerden söz etmeyeceğiz. Şefik Hüsnü’den Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı’ya, Mehmet Ali Aybar’a, Behice Boran’a, Mihri Belli’ye, oradan Mahir Çayan’a ve Deniz Gezmiş’e uzanan bir zincirin nasıl olup da Kurtuluş Savaşının, Cumhuriyetin ve onu izleyen hamlelerin gerçek yüzünü bir türlü göremediğine de değinmeyeceğiz.
Bu saatten sonra hepsi gerçekten beyhudedir ve herkesin bildiği yoldan devam etmesi en iyisidir.
Bununla birlikte, özel günler vesilesiyle özel bir hiddet, şiddet ve celadet sergileyenlere birtakım önerilerde bulunacağız.
***
Sözünü ettiğimiz özel günleri hangi tarihsel çerçeveye oturtulursa oturtulsun kategorik biçimde reddeden, bu günleri yalnızca “cinayet”, katliam”, “soykırım” gibi kavramlarla anlamlandırabilen insanların ne kadarı ilerici, demokrat, sol bir partinin üyesidir ne kadarının herhangi bir partiye üyeliği yoktur, bilemeyiz.
Ancak, her iki durum için de geçerli bir siyasal etik gerekliliğinden söz edebiliriz.
Bu insanlardan herhangi bir siyasal parti üyesi olmayanlar, sımsıkı sahiplenip amansızca savundukları tarihsel tespitlerini orada bırakmamalı, bu tespit ve değerlendirmelerini temsil edecek bir siyasal partide bir araya gelmelidir.
Burada, herkesin mutlaka bir siyasi partinin üyesi olması gibi bir zorunluluktan söz etmiyoruz elbette. Ülkenin tarihindeki önemli olaylara eleştirel yaklaşanlar, “resmî ideoloji” denilen şeyi sorgulayanlar ve itirazlarını temellendirip “efendice” dile getirenler ayrı… Ama öyleleri var ki tespitlerindeki mutlaklığın, kesinliğin ve şiddetin sosyal medya kanallı serbest atışların ötesine geçmeden, yani örgütlü siyasal mücadeleye tahvil edilmeden öylece kalması hem siyaset etiği açısından doğru değildir hem de keskin sirke misali bu insanların kendilerine zarar verecektir.
Çünkü başkalarının onları etkileyemeyeceği bir noktaya gelinmiş olması, aynı zamanda onların da başkalarını etkileyemeyecek durumda olmaları anlamına gelmektedir.
Öyle değil mi?
Türkiye solunun “ana gövdesinin” resmî ideolojiden hala kopamadığını düşünüyorsunuz… Solun özel günlerde yayınladığı mesajlar ve yaptığı açıklamalar sizi öfkelendiriyor… Sonra, solun, özel günlere husumeti bilinen gerici bir iktidarın işbaşında olmasını “resmî ideolojiye” yamanmada bir mazeret olarak kullandığına inanıyorsunuz…
Böyle bir solu kahredici serbest atışlarınızla etkileyip doğru yola getiremeyeceğiniz belliyse, o zaman en iyisi ve en etiği, kendi partinizi kurmanız, bu görüşlerinizi ülkenin dört bir yanında savunup yaymanızdır.
***
Özel gün deşifrasyonuna yoğunlaşanların bir kısmının siyasal duruşu daha nettir. Bu insanlar siyaseten bir partinin üyesi olabilecekleri gibi o partinin kararlı destekçisi de olabilirler.
Az önceki kategoriye göre “etkili olma” imkanları daha fazladır; ancak onların da siyasal etik gereği yapmaları gerekenler vardır.
Yapmaları gereken, üyesi oldukları ve/ya da destekledikleri partiyi muhatap alıp “resmî ideolojinin özel günlerine” ilişkin tespitlerini o partiye de (aynı şiddet dozuyla) kabul ettirmeye çalışmaktır.
Bu, siyaseten gerekli olandır. Meselenin siyasal etikle ilgili yanı ise şudur: “O, siyasal bir parti, bu anlamda tüzel kişiliğe sahip; böyle konularda ölçülü davranması, olur olmaz her topa girmemesi, güncel siyasete ilişkin çeşitli duyarlılıkları hesaba katması normaldir; ama bireysel olarak benim sırtımda böyle bir yumurta küfesi yok” gibi bir düşünceden hareket ediliyorsa, burada bir siyasal etik sorunu vardır.
Ya o siyasal partiye kendi tespitlerini kabul ettirmeye çalışacak ya da o partinin “ölçülülüğünü” sen de benimseyeceksin.
İkisinin “ortası” yoktur…