*Bu yazı gelip geçen yiğit ECZA kooperatifçileri ve Atila Uzgören’in anısınadır.
Bildiğiniz gibi ahalimiz, “hap” sözcüğünü ilaç yerine kullanır. Eskinin “pilül”ünden galattır…
“Hapı yutmak” deyimine de iki anlam yükler. Birisi “ilacı içmek” yerinedir ki masum bir anlamdadır. Diğeri ise daha yaygındır ve “çok kötü bir duruma düşmek” yerine, argo bir ağız olarak kullanılır. Hikâyesi de, IV. Murat dönemine dayandırılır…
Pandemi şimdiki fırsattır. Neredeyse yarım asra yakın, hep fırsat kollanmıştır ve ilacın markete düşmesine hem şimdilerde bir defa daha kapı açılmış hem de bir kulaç atılmıştır.
Kısaca “hapı yuttuğumuzun”, yeni resmini hikâye edeceğim…
Mütemmim cüz…
Anlatacaklarım eczacıları ayağa kaldıran bir konu olsa da esasen necip milletimizi ve büyük ahalimizi çok yakından ilgilendirmektedir.
Yani onlar için yazıyorum…
Eczacılar, ilaca, “onsuz olunmaz sosyal bir ürün” derken, sıra ilacın da iyice orta malı edilmesine ve kârlılık iştahlarının iyice kabartılmasına gelmiştir…
Evvel emirde vurgulamalıyım ki, hukuki düzenlemelere bakarsanız, Türkiye’de ilaç reklamı yasaktır. Sağlık Bakanlığı reklam işinin hem takipçisi, hem de yapana, ceza biletini kestirenidir.
Önden arkaya, sağdan sola, üstten aşağıya, nereden sayarsanız sayın, haylidir, altı aşındırılan bu ticaret dalaveresi, nihayet pandemiyle sağlam pabucuna kavuşmuş ve hem televizyonlarda ilaç olup da ilaç ruhsatından çıkarılan ve böylece KOVİD’inize iyi gelecek şiarıyla vitamini, minerali yüzde çok yüksek ihtikârla (vurgun) reklamı yapılır ve satılır olmuştur…
İşin başına dönelim…
Mahşerin üç atlısı…
Doğrusu, “dört atlıdır” da bir tanesinin nalı yolda düştüğünden olsa gerek, bu konuyla ilgi üç atlı bulunmaktadır.
Bunlar “reçetesiz satılan ilaç”, “reklam” ve “zincir eczanedir”…
Neyin nesi, kimin fesidir bu ajanlar demeden önce, eczacılık bilimleri bakımından, “ilaç”, teşhisten tedaviye ve korumaya, insanın, bozulan sağlığını düzeltmek ya da idame ettirmek amacıyla, bilimsel verilere dayalı, sağlık otoritesi tarafından üretilmesi ve dağıtılmasına onay verilen, “onsuz olunmaz” ya da “olmazsa olmaz” (sine qua non) toplumsal bir metadır.
İyidir, hoştur bu tanımlar da acaba ne anlama gelmektedir?
Efendim, meta denilen iktisadi kavram, değişim için üretilen mal ya da hizmetlere verilen bir adlandırmadır.
İlacın hem “mal-ürün” bölümü hem de “hizmet” bölümü vardır.
İlacı, ilaç üreticisi üretir.
Ürettiği mal, tezgâhta diğer mallardan farkı yokmuş gibi düşünülürse yanılgı olur. Zira ilacı, bir kutu margarinden ya da bir torba çimentodan ayıran, insan sağlığını doğrudan ilgilendirme meselesidir. Öyleyse üretilmesinden, tüketilmesine, hepsi bilimsel standartlar, denetimler, etkililiği ve elbette en zengininden en yoksuluna edinilebilir fiyatta olması gerekir.
Bu edinim işi, kapitalist piyasacılıkta, işi bozar; zira orada işin içine fiyat ve elbette kârlılık karışır. Yani tüfek icat olanda, tam da o noktada yiğitlik bozulur. Zira ilacın fiyatını devlet kontrol eder.
İşin hizmet babına bakacak olursak, ortada iki uzman vardır.
Birisi hekim, öteki eczacıdır…
Hekim teşhis koyar; hangi ilaç kullanılacaksa, reçetesine yazar. Eczacı da bu ilacı, hasta nasıl alacak, nasıl doğru dürüst ve ahkâmına göre kullanacak ve hastanın bu anlamda nasıl takibi yapılacak, öz olarak bunlara bakar. Hatta eczanesinde reçeteye dayalı ilaç da yapar. Bu hizmeti de onlara eczane eczacıları yapar. Şimdilerde bu meslek erbabına biz “toplum eczacıları” diyoruz; zira topluma, sağlık hizmeti vermekten başka hedefleri de bulunmamaktadır.
İyi, bu özetleme de yerine oturdu sayalım. Haydi, şimdi bir ileri aşamaya varalım…
Gömlek, ayakkabı almaya kalktığınızda beğeniniz, zevkiniz ve cebinizdeki para kadar konuşursunuz ve hepsine de siz karar veren olursunuz. Seçiminizi kendiniz yapar, sonunda istediğiniz mala kavuşursunuz.
Ama ilaç işinde öyle midir ya!
Derdiniz varsa, onun ne olduğunu ancak hekim anlar. Şifayı nasıl bulacağınıza, yani hangi “hapı yutacağınıza” reçeteyle o karar verir.
Eczacı, reçetenin en yararlı nasıl yutulacağında size yol gösterir. Yani eczaneye dalıp, kırmızı kutulu ilaçları çok beğendim, beş tane sar deme hürriyetiniz yoktur. Yani eczanede, her gördüğünüz kutulu ilacın, başka başka hastalıklarda sadra şifa olduğunu ancak eczacınız size hatırlatır, kılavuzluk yapar. Yani kutusunu beğendiğinizi değil, sizin şifanız olanını, eczacınız seçer.
İlaç olmazsa şifa olmaz; yani “onsuz olunmaz”. Hele fiyatı nedeniyle, ona ulaşamayan varsa, bu da toplumsal olarak bu bir tür insanlık suçuna girer…
Yani ilaç, eğer herhangi bir mal, ürün olsaydı, bu kadar uzmanlık işine ait olmayacaktı. Öyleyse ilaç hekim reçetesiyle yazılmalı ve sadece “toplum eczanelerinden”, “toplum eczacısı” eliyle, vatandaşa ulaştırılmalıdır…
Eczacılık Fakültelerinde öğrenciye masal anlatılmaz; bunlar anlatılır ve üstüne de diploma vermek için “din”, “dil”, “ırk”, “milliyet”, “siyasi düşünce” gözetmeden, sonuna kadar bilimsel bilgiyle, her hastaya hizmet etmeleri için “vicdan ve namus üstüne” yemin ettirilir…
Nota bene! (Önemli nokta)…
1980’li senelerin ortalarında, “yenidünya düzeni” martavalları tam da okunmaya başladığında, ilaç işinde, Türkiye’de mahşerin üç atlısı ortalığı tozu dumana katmaya da başlamıştı.
İlaç işinin dünya devleri ve onun yerli çömezleri, Sağlık Bakanlığı'nın kapısına dizildi ve “reçetesiz ilaç listesi” hazırladık, sağına soluna iki de ekleme yaptık. Bunlar da “fiyatta serbestiye” olsun; üstelik “reklamı” da yapılsın dediler. Ayrıca emperyalist kapitalizmin, ne kadar ağababa ülkesi varsa, oradaki örneklerini de dosyalarda derleyip, cenge davet davullarını çalmaya başladılar. Baskı ki ne baskı! Yerseniz yediğiniz kadar yiyin, fazlasını da yan cebe…
Oysa bugüne değin, yemeyen ve boyun eğmeyen bir meslek grubu vardı…
Eczacılar, o gün bugün, bu meselelerle, “pes” demeden hep mücadele ettiler. Karşı durdular, göğüs gerdiler. Bin bir çeşit piyasa dayatmalarıyla, dirençleri kırılmak istedi ve hatta günün moda değimi “piyasa ambargoları” bile yediler.
Eczacılar başka bir işin de farkındaydı. O ülkelerde bunun bir son bitişinin de “zincir eczane” olduğunu hep hatırladılar ve bildiler.
İşin bir ucu, kuşkusuz kendi varlıklarına dokunuyordu. Ama bundan da önemlisi, halkın, hakkında bir şey bilmediği ilacı, markette, zincirde, tezgâhtar elinden alacak olursa, halk sağlığı yangın yerine iyice dönüşecekti. Bunun için savunma siperleri kazdılar; kooperatifler kurup ilacı eczane rafında var ettiler. Fiyatının edinilebilir olması için kendi kârlılıklarından vazgeçtiler.
Diş ile tırnak ile direndiler; direndiler ve halkın sağlığının bu alanda çarçur edilmemesi için gövdelerini siper ettiler. Olmadık tecavüzlere uğradılar, uğruyorlar. “Tezgahaltıcı” mı denmedi, “sahtekâr” diye mi suçlanmadı ve kâr hırsı bürümüş “hırsızlıkla” mı suçlanmadı. Darp mı edilmedi; eczanesinde katledilmedi mi… Neler neler! Ama ettikleri yeminden de dönmediler ve mücadeleye devam dediler. Hem de başta neye karşı? Hem devlete ve hem de devletin Sağlık Bakanlığı'na dert anlatmaktan hiç vazgeçmediler.
Otuz beş yıldır bu hikâye devam edip gidiyor. O gün doğan ve eczacı olanlar, nereden baksanız şimdi 13-15 yıllık eczacı olarak, memlekete hizmet ediyor.
Bizim kuşaklar ise, o gün kooperatif kuranları, memleketi dolanmaktan ayaklarına kara sular inenleri, dert anlatmaktan kafa patlatanları, yazmaktan parmakları kopanları, şimdi sıraya girmiş tek tek göçüp gidiyoruz ve sermayenin kâr hırsı hiç dinmeden, karşımıza, marketlerde ilaç ticareti çıkarır durumdadır…
Nuda veritas (Çıplak gerçek)…
Şimdi durum nedir (?) sorusuna sıra geldi!
Bir zamandır, Sağlık Bakanlığı eczacılara yine bastırıyordu. Hazır edin bir “reçetesiz ilaç listesi”; he deyin ve rahatça bu işi bitirelim diye yallah tazyik bastırıyordu.
Eczacıların odaları ve merkez teşkilatı neden hayır dediğini bir kez daha rapor diye yazdı; ilgililere verdi.
Tam da o sıralar pandemi başlaya yazdı…
Maske takmayın diye yola çıkan “Bilim Kurulu” mütalaalarından, sadece 65 yaş üstü ölür malumatfuruşluklarına koca bir devran döndü. Geldik bugünlere. Şimdi bir şey biliyorsak, neredeyse hepsi, bir şey bilmediğimizdir. Eli kulağında dense de aşı işinin uzun vadeli olacağı belli. Böylece herkesi de bir telaş aldı. Hangi bildik “hapı yutsak” da korunsak, moduna hızla bir ilerleyiş oldu. Çare diye, “kelle paça çorba” önerenlerden, şimdi vitamin ve mineral desteklerine, piyasada her gün “elham” okunuyor. Ahali bir yandan “âmin” derken, pazarcı zincirinin aylık alışveriş yaptığımız en ünlülerinden birisi, sağlık bakım ürünü bir yığın malı, eczane stantlarına benzer dolaplarda, halka sergileme aşamasına varıyor. Hem de her dolabın üstüne “vitamin”, “mineral”, “bağışıklık ürünleri”, “sağlık bakım”, “yardımcı sağlık”, “ilk yardım” gibi hem ilaç ve hem de ilaç endikasyonu tabelaları asıyor. Duyumlara bakılırsa ve eğer doğruysa, şimdiden mektebi bitirmiş birkaç bölük büyüklüğünde eczacı da tezgâhtar olma dilekçesi yazmış, iş bulmaya çalışıyor.
Yani tam bir pandemi fırsatçılığı. Eee, meşhur mottodur ya, piyasanın “görünmez eli” sinyali alınca, piyasa kendi kurallarını hemen vazediyor.
Gideceği yer neresidir diyorsanız, elbet büyük sermayeli “zincir eczaneler” modelidir.
Yani eczacının, ettiği yemini hiçleştirecek ve onları taşeron hizmet memuru (tezgahtar eczacı) kılacak bir hazırlık, çoktan başlama noktasına geliyor.
Bu iş öyle saklı, gizli de yapılmadı.
“Eczacılar ve Eczaneler Hakkında Kanun” diye 1953 tarihli 6197 sayılı bir yasa vardı; 2012’de, 6308 sayılı bir kanunla yenilendi. Kanunun yürürlüğe girmesinden 6 ay sonra, çıkması gereken yönetmeliği de 2014’te ancak çıkarıldı ve bu yönetmelikte araya öyle kritik bir madde fıkrası sıkıştırıldı ki değme gitsin. Değişir diye söz verilmesine karşın, o sıkıştırılan maddeyle, gıda takviyesi ve OTC (reçetesiz ilaçlar) ürünlerin eczane dışında da satılmasına zımnen izin verildi.
Terimler inceliklidir. Erbabı bilir, ahali anlamaz. Burası da bu denli lafı kaldıramaz…
Gıda takviyesi denilen mamulat, eskinin çeşitli ilaçları olup, bunların izin-onay mekanizması, önce Sağlık Bakanlığı'ndan alındı, sonra Gıda ve Tarım Bakanlığı'na bağlandı. Böylece ilacın ilaç olabilmesi için gereken bütün ruhsat çalışmaları, artık dosya olarak istenmekten çıktı ve oradaki bir komisyon marifetine bağlandı. “Marifet”, biraz da “iltifata” tabidir ya… Komisyonumuz eskinin ilacı, şimdinin gıda takviyesi sayılan bir yığın kimyasalını “endikasyona tabi” ya da “endikasyon dışı” sınıflarına girer mi, girmez mi çalışmasını da yapar vaziyete geldi… İstanbul alınırken, Bizans kilisesinde meleklerin kaç kanadı var tartışmasına benzer…
Hadi bunlar da çok teknik oldu; ama ne yapmalı ki ancak bu kadar sadeleşebiliyor. Ezcümle, ilaç ilaçken, içeriği aynı ve fakat kendi ilaç lafından kurtarılmış ürünler olarak, şimdi pazarcı market zincirinin “sağlık bakım raflarında” yerini eczane görüntüsünde alıyor.
Bu lafları burada keseyim.
Pereat mundis (Batsın bu dünya!)
Zincir eczane hayali, bu memlekette yeni değildir. Hadi bu son dönemden, AKP iktidarı günlerinden de bir iki örnek verelim…
2006 yazında AKP Diyarbakır Milletvekili Aziz Akgül "zincir eczaneler" kurulması için Meclis’e yasa teklifi verdi.
Tam da o sıralarda, yani 2006 yazında, Başbakana gayrı resmî danışmanlık yapan Cüneyt Zapsu'nun sahibi olduğu Azizler Holding, "For You" adında kozmetik ve kişisel bakım ürünlerinin satıldığı bir zincir kurmuştu. Sonra bu mağazalara asılan "Drugstore - For You, çok yakında yeniden geliyor" yazılı pankartlar, dikkat çekti.
Türk Eczacıları Birliği (TEB) ve Bölge Eczacı Odaları, hayli gürültü çıkardı. Bir yığın tartışma, görüşme ve sonuçta, o günlerin Sağlık Bakanı Akdağ’ın yalanlamaları ile proje akamete uğradı.
Ne ki hırs ve istek değişmez. “Sağlıkta dönüşüm” devriminin ilaç ayağında, her zaman ilacın eczacıdan koparılıp ve eczaneden çıkarılması için uygun şartların kollanması babında sütre gerisinde siperlere çekilindi.
Gün bu zamandır…
Meclisti, yasa teklifiydi falan artık daha kolay geçiş yolları vardır.
İnsan ihtiyacının zirve yaptığı bir pandemi çağında, ilaç olmaktan çıkarılmış ilaçları, korsun market rafına. Hepsini düzenlersin eczane görünümünde ve şimdilik başına o firmaların satış mümessillerini dikersin ve fonda, dinlersin hangi mineralin, hangi vitaminin KOVİD’e nasıl iyi geldiğini ve satın alırsın hepsini fahiş fiyata ve eve döner gelirsin…
Sonra basarsın bir müzik çaların tuşuna…
Sahne alır Orhan Gencebay abim…
“Batsın bu dünya”…
Pia fraus (Dini veya tıbbi dolandırıcılık)
Siz, siz olun, kanmayın bu sermaye oyunlarına!
Orada ne sağlık ve insanlık! Oysa yaftalı logolar, hep asılmıştır her yanda…
Parayı veren düdüğü çalar. Yarın aşıya da erişen, düdük çalanlar olacağından başka…
Eczacılar, direnecektir! Bu oyunu bozmak için, doğru bildiğini söylemeye devam edecektir.
Bırakın şimdi gövdelerini siper etsin yine halk sağlığına…
Siz sessiz kalın. Ne gerek var, sizin yerinize dövüşenler varken; meydanları onlara bırakın…
Sonra eczanelere girer, istediğiniz kadar küfreder, döver, söversiniz. Tezgâhlarını aşağıya indirmek serbest…
Yani bir de ve uyarına gelirse, öldürmek hürriyetinle de hürsün…
Ey halkım, “bu anlatılan, senin hikâyendir (de te tabula narratur)”. Onun kocaman bir parçasıdır.
Bana da ne çok yazdın, yetti be içimizi daraltın derseniz, ona da eyvallahtır…