Proletaryanın 1980 sonrası genişleme dalgaları ve İslamcıların sırrı

Neoliberalizm ve savaş nedeniyle yaşanan bu mülksüzleşme-işsizleşme-proleterleşme dalgaları kentsel alanlarda kendi hesabına çalışan ya da küçük aile işletmelerinin sürekliliğini, hatta zamanla bir kısım küçük ve orta boy işletme sahibinin palazlandığı bir süreç oldu.

Kırdan kente göçün farklı dinamiklerle hızlandığı bir başka dönem de 1980-1997 arası yıllar olmuştur. İlk 10 yılında tarım ve hayvancılığın milli gelirden aldığı payı ciddi biçimde düşüren iç pazarı daraltıcı ve teşvik-destek mekanizmalarını budayıcı neoliberal politikalar yüzünden Orta Anadolu ve Karadeniz kırlarından Ankara, İstanbul ve Doğu Marmara bölgelerine göçler ön plana çıkmıştır. Kürt illerinde 1988-1997 arasındaki PKK’nin kırsal hakimiyetinin artması, onu kırmaya yönelik kontrgerilla unsurların önde olduğu kirli savaş ve köy boşaltmalar nedeniyle il merkezleri, Batı ve güney illerine yönelen zorunlu göç ikinci bir proleterleşme dalgası yaratmıştır.

Neoliberalizm ve savaş nedeniyle yaşanan bu mülksüzleşme-işsizleşme-proleterleşme dalgaları kentsel alanlarda kendi hesabına çalışan ya da küçük aile işletmelerinin sürekliliğini, hatta zamanla bir kısım küçük ve orta boy işletme sahibinin palazlandığı bir süreç oldu.

Özellikle, 1990’lar, zorunlu göç mağdurlarının yoksul-emekçi mahallelerinde sigortasız-asgari ücretten az bir ücretle çalıştırıldığı merdiven altı tabir edilen kayıt-dışı biçimde işletilen yerlerle eve iş verme biçimlerinin yaygınlaştığı yıllardı. Bunlarla ilişkili bir başka emek süreci örüntüsü, 1980-90’lı yıllarda kırdan kente göç edenlerin yoğun sömürüsüyle yıldızı parlayan, burjuva basında Anadolu Kaplanları diye selamlanan, sigorta ve asgari ücretin istisna olduğu ve hiçbir emek örgütlenmesine izin verilmeyen çalışma üsleri olan Organize Sanayi Bölgeleri (OSB’ler) ve küçük sanayi siteleriydi.

Dolayısıyla, ücretli emekçilerin safları sıçramalı biçimde genişlerken, büyük sermaye ve işçi sınıfı/proletarya arasındaki ara katmanlar da genişlemeye başlamıştır. Hatta aralarında OSB’lerde üretim yaparak, İslamcı belediyelere mal-hizmet satarak, taşeronluk yaparak, inşaat-konut-emlak sektörlerine girerek sınıf atlama, burjuvazi saflarına geçme anlamında dikkate değer bir yukarı yönlü sosyal mobilizasyon da yaşanmıştır.

TEKELCİ SERMAYENİN SABİTLİĞİ, İSLAMİLERİN HAREKETLİLİĞİ

Açık kaynaklardan, Türkiye’de sermaye sınıfının büyüklüğüne ilişkin net bilgilere ulaşmak çok güç. Bunun birinci nedeni, sermayenin bunları bilinçli biçimde gizlemesi. Kendilerinin ya da ilgili resmi kuruluşların yayınlarında bu konuda açık bir ketumluk gözden kaçmıyor. İkinci neden, bu konudaki araştırmaların piyasa araştırması yaptırmak isteyenlerce, şirketlere sipariş usulü yaptırılıp, sonuçlarının müşteriler dışına sızdırılmamasıdır. Kaldı ki, biraz uğraşıp, sızanları incelediğinizde, bunların da pek ikna edici yöntemlere dayanmadığı ve sunumlarının sermaye dünyasının ideolojik tercihleriyle şekillenmiş tuhaf (adeta majestelerinin mayınlı diliyle) zedeli olduğunu anlarsınız. Başka türlü zaten yaklaşık 600 üyeli TÜSİAD, 4500 şirketiyle ülkedeki milli gelirin yüzde 50’sini üretiyor olmakla övünmezdi herhalde… Bu oranın 2010’a göre yüzde 5‘lik bir yükselişe tekabül ettiğini, dikta rejimi inşa sürecinden de karlı çıktıkları anlaşılan TÜSİAD’lıların yanına, 2022 itibariyle, bir kısmı yine bu tekelci sermayenin yakın çevresinden olan 25-30 bin menkul-gayri menkul (süper) zengini haneyle, 1500 civarındaki büyük toprak sahibi aileyi de Türkiye büyük burjuvazisine eklemek gerekir.

Türkiye büyük sermayesine dahil etmemiz gereken bir grup da 20-250 arası sayıda işçi çalıştıran (221 bin) işletmenin sahibi küçük-orta boy kapitalistlerdir. TÜİK istatistiklerinden bunların 36 bininin orta boy, gerisinin de küçük kapitalistler olduğunu anlıyoruz. Ülkedeki zenginliklerin yüzde 36,9‘una sahip olan en üstteki yüzde 1’in çekirdeğinde büyük ve orta boy kapitalistlerin olduğunu varsayabiliriz. Bunların 24 bininin, kuruluşuna TÜSİAD’ın ön ayak olduğu TÜRKONFED’in 24 bin üyesiyle, MÜSİAD‘ın 12 bin üyesinin toplamının 36 bin olması ilginç bir örtüşme olsa da iki sayıya bir miktar küçük kapitalistin de dahil olduğu düşünülürse, bu derneklere dahil olmayan binlerce orta kapitalistin var olduğu da akla yatkındır. Örneğin 2010’da 6500 üyesi olan MÜSİAD’ın AKP iktidarının 2000’lerin başlarında içlerindeki küçük/mikro işletme sahiplerini bir şekilde temizlediğini, görece daha büyük ölçekli küçük ve orta boy kapitalistlerle yoluna devam ettiğini de belirtmek gerekir. MÜSİAD’ın sayısına, farklı cemaatlere ait ASKON, TÜMSİAD, ASRİAD gibi işadamı örgütlerine üye küçük-orta boy kapitalisti de eklemek gerekir. Bunların üstüne de Saray rejiminin inşasının başladığı 10 yıldan beri Erdoğan tarafından özel olarak kollanıp, semirtilen oligarkları koyarsak resim tamamlanır gibi geliyor. Sarayın oligarklarını da çok kısaca, rejimi destekleyen İslami sermayenin boyunu hayli aşan, TÜSİAD üyelerine de verilmek istenmeyen büyük altyapı-imar-silah sanayi, enerji proje/işlerine ilişkin ihalelerin kamu bankalarının da zorunlu desteğiyle tevdi edileceği (bir kısmı TÜSİAD üyesi de olan) doğrudan saraya bağlı sermaye grupları diye tanımlayabiliriz.

NEOLİBERALİZMİN SOSYALİZASYONU

RP’den bu yana söz konusu kesimlerin ve AKP ve Recep Tayyip Erdoğan şahsında cisimleşen 30 yıllık iktidarlaşma ve sermaye birikimi hikayesinin, aynı zamanda 1980-90’larda kırdan kente göç edenlerin proleterleşme süreçlerinin hikâyesi olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Tek adam rejimine gidişi daha 2010’da işaret eden bir yazıda mealen şöyle çarpıcı bir tespit yapılmıştı: “Eğitimi, bilgisi, üslubuyla 1970’lerde ancak İstanbul Belediyesi’nde şef olabilecek bir kişi, bugün Türkiye’de cumhurbaşkanlığına yürüyor.”

Bu yükselişin sırrının asıl olarak, 1990’ların başında yaşanan dönemsel krizden sonra bu neoliberal el koyma-yoksullaştırma-mülksüzleştirme ve proleterleştirmenin sosyalizasyonuna ilişkin olarak önerdikleri; hayırseverlik-yoksula yardım ve cemaat-vakıf dayanışmalarından mürekkep dindar-muhafazakar yeniden üretim modelinde aranması gerektiğini düşünüyorum. İslamcıların özellikle 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pekçok belediyeyi kazanması ardından kentlerde ivmesi artan İslami politik-sosyal seferberlik sayesinde, emek hareketinin 1990‘larda neoliberal sermaye saldırganlığının önüne diktiği barikatlar yıkılmıştır. Kentsel proletarya saflarına 1980 ve 1990’larda örgütsüz ve güvencesiz biçimde dahil olan emekçiler merkez sağ-sol iktidar koalisyonlarının bir noktadan sonra ilerletemediği KİT’lerin özelleştirilmesi, kapatılması, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, sendikasızlaştırma gibi neoliberal taarruz başlıklarında İslamcı siyasetin sınıf hareketini şekilsizleştiren bir rıza üretme aparatı olmuştur. 1980'lerin sonları ve 1990'ların ilk yıllarında önemli kazanımlar elde eden emek hareketi ve sosyal mücadeleler, 2002 sonrasındaki İslamcı-liberal hegemonya ortamında yerel düzlemlere sıkışmış eylemlerle kendisini ifade eder duruma gelmiştir. Tekel işçilerinin 2010’da Ankara’nın göbeğinde 72 gün süren çadır kamp eylemlerine kadar, AKP ve liderliğinin neoliberal politika/ “reformları” derinleştirerek sürdürmesine rağmen, emekçi sınıflar üzerinde sermaye egemenliğini pürüzsüz biçimde yürütebildiği görülüyordu. Tekel direnişi de 2009’daki yerel seçimlerdeki 10’luk oy kaybı gibi neoliberalizmin sosyalizasyonu mekanizmasının ekonomik krizin etkisiyle tıkandığını gösteren bir hadiseydi.

Gelecek yazımda “orta sınıf” tartışmasında sosyalist ve liberter solun üzerinden atladığı aslında sınıf ilişkileri ve mücadelesinin pekçok safhasında önemli bir ağırlığa sahip bulunan bir sermaye fraksiyonu olan orta burjuvazi konusunu ele alacağım. Son olarak, dört emek örgütünün (DİSK-KESK-TMMOB-TTB) 1 Mayıs’ı Maltepe’de düzenleme kararına ilişkin bir çift sözüm olacak. Belki Taksimde ısrar etmenin koşulları yoktu ancak orada yapılamayan buluşmaların meydanı olmuş Kadıköy veya Bakırköy Özgürlük Meydanı dururken, Maltepe’nin duyurulması düşündürücüdür. 1 Mayıs politik bir gündür ve bugünde yapılan yürüyüş ve toplanmaların seslendiği kitle ona katılanlardan ziyade, emekçi sınıfların geneli ve onun sosyo-politik dost ve düşmanlarıdır. Maltepe kararı, günümüz konjonktüründeki anlamıysa, 1 Mayıs’ın Kasım 2021’de başlayan “Geçinemiyoruz” protestolarıyla, Ocak-Şubat aylarındaki işçi direnişlerinin yükseltilmesi için sıçratıcı bir uğrak olarak görülmediğinin açık bir ilanı olmasıdır. Maltepe meydanına kaç kişi taşınırsa taşınsın (ki bu 20-30 bin kişiyi geçmeyecektir), bu 1 Mayıs’ın 12 Aralık‘taki Kartal asgari ücret mitinginden, veyahut ondan bir hafta önceki CHP, Mersin mitinginden daha büyük heyecan yaratması mümkün gözükmemektedir. Kadın hareketinin 8 Mart gece yürüyüşü sırasında, Kürt hareketinin Amed Newroz meydanında ortaya koyduğu kararlı ve gündem belirleyici iradenin benzerini yıllardır söz konusu dörtlü bloktan göremeyişimizin nedenleri ve politik yapıların bu durumun aşılması için yapabilecekleri üzerine ciddiyetle düşünmenin vakti geldi de geçiyor.