Ferhan Şensoy ve Mikis Theodorakis’in birbirini izleyen ölümleri, solda bu sanatçıların siyasal kimliklerine ilişkin tartışmalara yol açtı.
Tartışmalara katılan kimilerine göre, solda yer alıp belirli bir sanat dalındaki ustalığıyla öne çıkan insanlar siyasal tercihlerindeki süreklilik ve tutarlılıkla değerlendirilmeli, haklarındaki nihai yargı da böyle verilmelidir…
Katılmıyorum.
Bu tür değerlendirmelerde üç noktanın dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi: Sanatıyla temayüz etmiş, alanındaki ustalığıyla geniş kesimlerce benimsenmiş insanlardan aynı “yetkinliği” siyasal değerlendirmelerinde ve tercihlerinde de beklemek bize özgü bir naifliktir. İkincisi: Sanatın ve siyasetin dünyaları biz ne dersek diyelim birbirinin aynı olamaz ve bunlardan ilkindeki sıra dışılık, ikinci alandaki acemiliklerin ve yanlışların tetikleyicisi de olabilir. Üçüncüsü: Önemli sanatçılar hakkındaki nihai yargı, bu insanların ölümlerinden sonra kimler tarafından sahiplenildiğiyle verilmelidir.
***
Usta bir sanatçının kendi sanatında aradığı “yenilik” ve “özgünlük”, bu arayışın kaçınılmaz bileşeni olan “yoklamalar”, “denemeler” ve “uğramalar” fazlasıyla karmaşık ve yorucudur; bu yoğun zihinsel angajmanın, siyasetin kendi ayrıntı ve inceliklerine alan bırakmasını bekleyemeyiz.
Gelişmeler, fütürizmi, sürrealizmi, Dadaizm’i, vb. gündeme getirir ve bu arada bizim Nazım “makinalaşmak” isterken, Aragon’un, Yesenin’in, Mayakovski’nin Rusya’daki NEP politikaları konusundaki düşüncelerini öğrenmemiz mümkün olmayacaktır. Böyle düşünceleri muhtemelen olmamıştır ve olmaması da eksik ya da kayıp sayılmamalıdır.
***
Özellikle şiir söz konusu olduğunda bir de mistisizme açılan kapılar vardır.
Ülkemizin şair başbakanlarından Bülent Ecevit’in kendisi böyle bir yönelim sergilemese bile şairlik serüveninde Mussolini faşizmine demir atan Ezra Pound’un şiirlerini çevirmiştir. Arayış içindeki Pound’a çok daha sonraları bu kez mistisizmin kapısında “İslam” yazmak üzere zamanındaki sol siyasal değerlendirmelerini herhalde sadece en yakınlarının bilebildiği İsmet Özel katılmıştır. Bu arada mimarlığı da bir sanat sayarsak (ki bence öyledir) ülkemizin en parlak mimarlarından 1973-1977 dönemi Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın 1977 yılında önerdiği siyasal çözüm CHP-MHP koalisyonu olmuştur (*).
Şiirse ve örneğin 1960’lardan söz ediyorsak, Ataol Behramoğlu’nun, İsmet Özel’in ve Özkan Mert’in şiirlerini seviyor olabilirsiniz, gene sevin; ama ilk ikisinin (o dönemki) TİP’liliğine ve üçüncüsünün MDD’ciliğine özel bir değer biçmemek en doğrusudur.
Bu söylenen, bugün aramızda olmayanlardan Sabahattin Ali, Yılmaz Güney, Can Yücel gibi değerlerimiz için de geçerlidir.
Nazım’a gelince…
Ne “sarışın kurt” benzetmesi için Kemalist, ne Stalin’in ölümü üzerine yazdığı şiir dolayısıyla “Stalinist”, ne de “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” oyunu nedeniyle “anti-Sovyet” idi…
***
Özetin özeti mi?
Bugün Şensoy’u ve Theodorakis’i en çok kimler sahipleniyorsa, bu insanlar ne yapmış olurlarsa olsunlar o sahiplenen kesimlere aittir.
Kuşkusuz, “süre” de önemlidir: 50 yıllık bir sürekliliğin ardından İsmet Özel’in yeri de belli olsa gerek…
Sonuç mu?
Sonuç, bir tuhaflıktır: Solda, sanatçı olmayan kişilerin tespit ve değerlendirmeleri “Ona da bu yakışır zaten”, “Böyle bir adamdan ne beklenebilirdi ki?” gibi sözlerle bir yere oturtulabilirken sanatçıların tercihleri “Hiç oldu mi şimdi”, “Ne diyeceğimi bilemiyorum”, “Ondan beklemezdim doğrusu” türü şaşkınlıklarla karşılanması gerçekten gariptir…
Hani “coğrafya kaderdir” derler ya; Balkanlar-Anadolu-Orta Doğu coğrafyasının sonucu olsa gerek,…
___________________________________________________________________________
(*) Daha sonraları, bu önerinin Dolakay’ın kendisinden gelmediği, parti üst yönetiminden kendisine “bir yokla bakalım” dendiği ileri sürülmüştür.