Sendikal düzen ve emek örgütlenmesinin geleceği

Öznel faktörün (sınıfçı ve devrimci güçlerin) 2000’ler boyunca süren zayıflık ve dağınıklığı sürüyor olsa da, iki yıldır bir toparlanma ve yükseliş dönemine girmiştir.

Geçen hafta işçi direnişlerinin coğrafyasınına ilişkin yazdığım makale, belli bir yerelliğe (Antep) iddialı bir paye vermemin de etkisiyle olsa gerek, en fazla geri bildirim aldığım yazım oldu. Bunlardan doğma büyüme Antepli olan sosyalist yazar Cenk Ağcabay’ın kentin işçi sınıfı ve burjuvazisine dair verdiği bilgileri paylaşmak istiyorum: “Sınıfın bir mücadele geleneği var ama bir göç kenti olması bunun süreklilik kazanmasına ve yeni kuşak işçilere aktarılmasına sınırlar çiziyor. Farklı on yıllarda yaşanan Alevi, Kürt ve Suriyeli göçlerinin patronlar lehine iki temel sonucu oldu: her dalgada işgücü havuzunu genişletti ve sınıf kimliğinden çok Alevilik ve Kürtlüğün baskınlığı ve içe kapanık olmasıyla şekillenen bir kimliksel kutuplaşmayı  arttırdı”. Ağcabay, Antep sanayisinin gelişiminde 12 Eylül’ün bir kırılma noktası olduğundan, burjuvazisinin ideolojik koordinatlarına ilişkin yazımdaki tarife katıldığından, eskiden Halep’in Türkiye tarafındaki küçük ölçekli kopyası iken, şimdi onu da kapsıyor olmasına dair pek çok şey söyledi.  Umarım bunları ve daha fazlasını Sol Siyaset Coğrafyası’nın Oluşumu (1960-80) dijital ansiklopedisinin Antep maddesinde yazacak.

BİR İŞÇİ ÖNDERİNİN HİKAYESİ

Bunların yanında, geçen haftaki yazıyı bitirirken andığım işçi lideri Mehmet Türkmen’le de uzunca bir sohbetimiz oldu. Kendisinden Antep’te işçi sınıfı mücadelesi ve kapitalist gelişmenin son 25 yılına dair pek çok şey öğrendim. Sanayinin ağırlıkla Ünaldı bölgesinde çalışan sıradan bir işçiyken 1996’da patlak veren büyük direniş sırasında politikleştiğini söyleyen Türkmen, geçen ayın ilk iki haftasında Başpınar OSB’de yoğunlaşan direnişlerin o tarihten beri yaşanan 3. büyük dalga olduğunu söyledi. Arada da 2010 yılında Tekel Direnişi’yle aynı tarihlerde yaşanan 200 işçinin katıldığı 75 günlük Çemen Tekstil grevi var. DİSK Tekstil Şubesi ve genel merkezinin gerek 1996’daki Ünaldı, gerekse de 2010 Çemen Tekstil grevleri sırasında takındıkları olumsuz ve yanlış tutumların Antep’te işçiler arasında sendikalaşmaya ilişkin yaygın güvensizlikte pay sahibi olduğunu söylemiştir. Kuruluşunu bir ay önce  resmileştirdikleri bağımsız-yerel sendika Birtek-Sen sürecinin kendisinin 3 ay önce DİSK Tekstil bölge temsilciliği görevinden atılmasıyla başladığını söyledi. Genel-İş’ten sonra DİSK kongrelerinde en fazla delege sayısına sahip DİSK-Tekstil Genel Merkezi’nin başrolünde yer aldığı bu olay şöyle olmuş: Urfa Uğur Tekstil’de 300 işçi birçok engel ve baskıya rağmen insan üstü bir sabır ve direngenlikle önce söz konusu sendikayı fabrikaya sokmaya çalışır, bir şekilde yetkiyi almayı başarmışlar, hemen ardından, patron fabrika kapandı diyerek işçileri kapının önüne koymuş. İşçiler bunun üzerine fabrika kapısının önünde nöbet tutarak, patron temsilcilerini masaya oturmaya mecbur bırakmış. Tam bu süreçte patron anlaşma için doğrudan sendika genel başkanını devreye sokar. DİSK Tekstil merkezinden gelen yönetici işçi temsilcilerinden habersiz bir toplu sözleşmeye imza atar. Bu sözleşmenin hemen ardından direnişte öne çıkmış 97 işçi işten çıkarılır. Patron temsilcisiyle işçilerin iradesini hiçe sayarak anlaşma yapan, bu esnada bölge temsilcisini de görevden alan, işten atılan işçiler fabrikayı terk etmek istemeyip, jandarma zoruyla çıkarıldığında onların değil, patron lehine tanıklık yapan bir sendikacılık belki çok yadırgatıcı değil, fakat sendikanın adındaki “devrimci” sözcüğü ve tarihsel ethosu bizi onu doğru temelde (bozuk bir sendikal düzenin parçası biçiminde) değerlendirip, ona karşı bir tavır geliştirmekten alıkoyuyorsa ortada bir sorun var demektir. 

Benzeri bir olay geçen ay İstanbul’da DİSK Genel-İş’in Kadıköy Belediyesi’ndeki 9 işyeri temsilcisini bir WhatsApp mesajıyla görevden almasıyla yaşandı. Bu temsilcilikten azletme işlemi ve 16 işçiyle ilgili disiplin soruşturmasına yol açan olay, söz konusu işçilerle temsilcilerinin DİSK’in 16 Şubat’taki Kadıköy’deki “Geçinemiyoruz” eylemi sırasında açtıkları bir pankartla, Kadıköy Belediyesi’yle toplu sözleşme sürecinde anlaşmazlık nedeniyle işçilerin greve gitmesi ardından, işçiler ve temsilcilerinin kabul etmediği yüzde 8’lik zammın altına imza atan Genel-İş sendika şube yönetimini eleştirdikleri için yaşandı. DİSK’in en büyük iki sendikasının varolabildiği, ancak işçiyle işveren arasında bocaladığı iki örnekten birinin 300 işçiyle uluslararası bir marka için kitlesel üretim yapılan Uğur Tekstil, diğeri Türkiye’nin CHP’li başkanla yönetilen zengin ilçelerinden Kadıköy Belediyesi olduğunu aklımızda tutarak devam edelim...

FİİLİ GREV-DİRENİŞ DALGASI VE MEVCUT SENDİKAL DÜZEN

Bu yazıyı yazarken, son yıllarda düzenli biçimde işçi eylemleri raporları yayınlayan Emek Çalışmaları Topluluğu’nun (EÇT) niceliksel araştırmasıyla ve Evrensel Gazetesi muhabirlerinin derinlemesine röportajlarını bir araya getiren Ocak-Şubat 2022 Grev Dalgası Raporu’na denk geldim. Raporda tespit edilen 108 grev-direnişten 107’sinin fiili, 1’inin (BBC) yasal prosedüre uygun biçimde yaşanmış. ECT raporlarından, pek çoğumuzun bugünkü dalga içinde fark ettiğimiz fiili grev-direnişlerin her yıl küçümsenemeyecek sayıda (2015’te 151, 2016’da 80, 2017’de 99, 2018’de 122, 2019’da 89 ve 2020’de 93) gerçekleştiğini anlıyoruz. 2022’dekilerin grev-direnişlerin yarısında (54) hiçbir sendika yer almamış. 26’sında bağımsız sendikalar (Umut-Sen, Birtek-Sen, DGD, Bağımsız Maden-İş), 30’undaysa Türk-İş ve DİSK’e bağlı sendikalar var. Fakat sendikaların dahil olduklarında da direnişçi işçilerin çok azının sendika üyesi olduğu anlaşılıyor. Yani, sendikalar buralarda da çoğunlukla koordinatör ve destekçi konumunda bulunmuş.

Dolayısıyla, işçi mücadeleleri ile sendikalar arasında açılan bir makas var. Makasın açısı üç büyük konfederasyona bağlı sendikalarla çok daha geniş. İşkolu barajları yüzünden bağımsız sendikaların toplu sözleşme süreçlerine girme hakkına sahip olması da çok güç. Buna rağmen dahil oldukları grev veya direnişlerin yüksekliği, hem bunlara hem de genel sınıf örgütlülüğüne dair çok şey anlatıyor. Bunlar sınıfı devrimci sosyalist siyasetin öznesi ve maddesi kılmaya çalışan öncü sosyalist işçilerin özverili çabalarıyla varolan yapılar. Adlarına sendika desin ya da demesinler, bunlar başka türlü bir sınıf örgütlülüğü inşasının aygıtları. İşyerlerinde ve havzalarda gelişen işçi inisiyatifleri veya komitelerinin sürüklediği mücadelelere kurmaylık ve danışmanlık yapan, komiteler ve eylem süreçlerinden beslenerek kendi inşalarını ilerleten koordinasyon ve dayanışma örgütleri niteliğinde... Divriği maden işçilerinden, Trendyol’a, Migros’a, Antep Başpınar OSB işçilerine pekçok fiili grev sürecinde başarıyı sağlayan da onların fiili-meşru sınıf mücadelesi-sendikacılığı perspektifiyle yaptıkları müdahaleler oldu. 

KEYNESÇİ-FORDİST DÖNEMDEN MİRAS SENDİKACILIĞIN YAPISAL YETMEZLİKLERİ 

Türkiye’de ve pek çok yerde hakim sendikacılık 1930’lardan başlayarak gelişen Fordist kitlesel üretimin büyük işletme birimlerinde yapıldığı, Keynesçi sosyal devletle, reformcu 2. Enternasyonal çizgisinden sosyal demokrat/işçi partileriyle iç içe geçmiş büyük yapılar. 1950-60'lar Batı dünyasında düzenli bir ekonomik büyüme ve sendikalı işçilerin bundan düzenli iş, geçinebilecek ücret ve genişleyen sosyal haklar formlarında pay alabildiği bir sınıfsal uzlaşmanın aygıtları olarak yeniden şekillenmişler. Neoliberal dönemde Fordist-Keynesçi uzlaşmanın yerinde yeller esse de büyük tekeller, yüksek katma değerli belli sektörler ve belli ölçüde kamu sektöründe çalışan bir ayrıcalıklı işçi tabakası sayesinde belli bir bürokrasiyi ve onun etrafındaki kadroları besleyen ve onlara bir konfor alanı olarak “büyük” sendikalar ve onların milyonlarca üyeli konfederasyonları varlığını sürdürüyor. Üretim ve emek süreçleri bu denli değişmese belki üye işçilerinin karnının tok, kendi koltuklarının sağlam olması üzerine kurulu eski sendikal düzen kapitalizm insanlığı yok edene kadar sürerdi. Fakat kapitalizm her türlü dengeyi yok edip, yeni dengelerle sömürüsünü derinleştiren ve genişleten bir sistem olduğu için sendikal düzeninin sürgit devam etmesinin koşulları son 40 yılda oldukça zayıfladı. Örneğin bugün özel sektörde çalışan 18 milyon sigortalı işçinin ancak yüzde 2’sinin sendikalı. Bunun en temel nedeni; parça-başı veya fason üretim, taşeronlaştırmanın bir dizi çeşidiyle, yarı zamanlı, süreksiz çalıştırma ve hatta mahpuslar, kaçak göçmenler, kursiyer-stajyer adı altında karın tokluğuna çalıştırma ve sömürü biçimlerinin günümüz kapitalizminde kural haline gelmesidir.

Bu anlamda, yaşanan sorunun, hakim sendikacılığın günümüzün güvencesiz, esnek, yaşam alanlarına yayılmış üretim-emek süreçlerinde örgütlenme ve OSB’lerde yoğunlaşan dini-etnik-yöresel kimliklere dayalı emek kontrol rejimlerinin duvarlarını aşma noktalarındaki yapısal-tarihsel yetersizlikleri ile ilişkili bir yanı olduğunu görmek gerekir. Bir sorunun yapısal nedenleri olduğunu gördüğümüzde oraya köktenci bir müdahalede bulunmak gerektiğini düşünmeye başlarız. Bu yapısal yetersizliklere, özel sektörde sendikaya üye olmanın büyük olasılıkla işten atılmayla sonuçlandığı gerçeğiyle, birçok işçinin sendikacıların güvenilmezliğiyle ilgili acı tecrübelerini de eklediğimizde, işçiler için haklarını savunmanın en akla yatkın yolunun işyerindeki birlikteliklerini sağlayıp, fiili grevler yapmak, bu esnada da sınıf devrimcilerinin sendika/derneklerinden destekler almak olması gayet anlaşılır gözüküyor. Bu noktada karşımıza çıkan en önemli soru, işyeri düzeyindeki birliktelikleri, fiili komiteleri ve direniş deneyimlerini biriktirecek ve sınıfın devrimci politik özneleşmesini sağlayacak nasıl bir emek örgütlenmesi anlayışı ve formları bileşkesine ihtiyaç olduğudur. 

SINIFIN POLİTİK ÖZNELEŞMESİ SORUNU SENDİKAL DÜZENE TERK EDİLEMEZ

Devrimci bir stratejinin öznesi olarak tarif etmiyorsak, bırakalım işçiler hakim sendikacılık düzeninin dışında kalsınlar. Yok eğer öyle bir derdimiz varsa, içinden geçtiğimiz sosyal bunalım koşullarındaki işçilerin sendikalara üye olmadan kotardığı son fiili grev dalgasının ışığı altında, ilk yapılması gereken, direnişlerin yoğunlaştığı yerelliklerde (Antep, Gebze, Aliağa, Çorlu, vb.) işyerlerinde fiili işçi komiteleri ve OSB-havza konseyleri oluşturmanın, en azından belli bir sanayi bölgesindekileri işçi forumlarında bir araya getirmenin koşullarının olgunlaşıp olgunlaşmadığını yoklamalarını yapmaktır. Bunları sınıfın örtük-saklı kamusal-sosyal alanlarındaki kendiliğinden karşılaşmalar şeklinde de düşünebiliriz. Bu kimi yerde bir işçi-ırgat kıraathanesi olur, kimi yerde çay ocağı, kimisinde sosyalist öncü işçi-emeklilerin çekip çevirdiği işçi-emekçi dernek/lokalleri… Bütün bunları yarı-sendikal ama işyeri ve sektör sınırlarını aşan bir proleter kamusallıklar olarak düşünürsek, bürokrasileri-masrafları aşan daha geniş ufuklu çözümler geliştirebiliriz.

Toparlayacak olursam, direnişe yatkın, hayatında en az bir eyleme-direnişe katılmış işçiler bile artık sendikalı olmakla sosyo-ekonomik durumlarının iyileşeceği fikrini terk etmiş durumdalar. Sendikacılar bu algıyı kırmak için neler yapılması gerektiğini tartışabilirler, fakat sosyalistler hızla bunun ötesine geçip, mücadeleye açık işçi-emekçilerin kısa ve orta vadede birliği ve mücadelelerini güçlendirmek için yaratıcı müdahalelerde bulunmakla mükelleftir. Yani, bir kısmı zaten önümüzde duran kamusal-sosyal mekanlar açmanın ve var olanlarla ilişkilerimizi yeniden kurgulamanın, mücadele ateşinin yükseldiği durumlara özgü komite, meclis, konsey gibi yapıları gündemleştirip süreklileştirmenin, öncü işçilerle sosyalistlerin birlikte kurduğu örgütlenmeleri geliştirip genişletmenin koşulları olgunlaşıyor.

Öznel faktörün (sınıfçı ve devrimci güçlerin) 2000’ler boyunca süren zayıflık ve dağınıklığı sürüyor olsa da, iki yıldır bir toparlanma ve yükseliş dönemine girmiştir. Bunların Saray Rejimi inşa sürecindeki kifayetsizliğinin önemli dinamiklerinden biri de siyasetini toplumsallaştırma noktasında emekçi sınıflardan ve bu alandaki örgütlenmelerden beslenmemesidir. Saray rejiminin mevcut gerilemesinde de emek örgütlerinin öncü rol oynadığı söylenemez. Önümüzdeki üç yılı iktisadi ve sosyal bunalımla, siyasal değişimin iç içe gireceği, sınıf konumlarının daha fazla idrak edilip, sınıfsal kutuplaşmanın artacağı bir dönem olarak görüp, emekçi sınıfların örgütlenmesi alanında (1967’de DİSK’i kuranların yaptığı gibi) yıllardır yakındığımız mevcut sendikal düzenden kopuşu sağlayacak bir müdahaleyi gündemleştirmenin tam zamanıdır.