Sermaye hukuk sever mi?

Bu yanıta geçmeden önce bu dönem en çok sorulan bir soruya yanıt arayalım; “Kriz var mı yok mu? Devam edecek mi?” Keyifli bir konu ama bu konuya yanıt vermeye çalışırken başka bir sapaktan geçecek bu haftaki yazı.

Evet kriz var ve devam edecek çünkü;

- İşsizlik artıyor

- Gayri safi milli hasılada düşüş var

- TCMB borçlanma faizi, birkaç ülke dışında dünyanın en yüksek faiz oranı

- CSD primi denilen ülkelerin kredi riskini ölçen primde en kötü durumda olan iki ülkeden biriyiz

- Özel sektör borçlanması yine benzer ülkelerde en yüksek oranda

- Son yıllardaki büyümenin motoru inşaat sektöründe satışlar %50 seviyesinde azaldı

- İktidarın otoriter tavrı sermaye kaçışına neden oluyor

Hayır kriz kalıcı olmayacak çünkü;

- Türkiye’nin kamu borçlanma düzeyi, Avrupa’nın neredeyse en düşük ülkelerinden

- 2019 yılında ticaret savaşlarının bozucu etkisi olabileceği gibi, FED faiz indirimlerine yol açarsa yine dış kaynağın bollaştığı bir dönem olabilir

- İktidarın otoriter tavrı sermayeye istediği alanı açıyor

Her iki var-yok listesinin son maddesi tabi okuyucunun kafasını karıştırmıştır. Ama sanırım esas mesele de burada.

Sermaye kaçıyor çünkü, gelen sermayenin bir kısmının 2000’lerin ortasında beklentisi; Türkiye, AB’ye üye olacak ve ortalama gelir AB’nin gelir ortalamasının yarısı kadar bile olsa 80 milyonluk şahane bir pazar olacaktı. Ancak aradan geçen yıllar içerisinde işler o yönde gitmedi. Haliyle özellikle AB merkezli sermaye bizim liberaller gibi hayal kırıklığı yaşadı. Yeni yatırım gelmediği gibi, ortalık biraz düzelse var olan yatırımı satıp kaçmak hevesindeler. Bunun yanı sıra bazı yerli gruplar da iktidarın otoriter yanının kendi servetlerine çökme riskine karşı ufak ufak şirket merkezlerini yurt dışına taşıyor, çoluk çocuğuna AB vatandaşlığı alıyor.

Ama sermaye bu. Çok da demokrasi, hukuk vs. aramaz. Artı değeri daha fazla kazanabileceği bir ülke var ise oraya gitmekten kaçınmaz. Elin Rusu, Katarlısı, Çinlisi kendi ülkesinde hukuksuz yaşıyorsa Türkiye’de de yaşayabilir. Nitekim 2000’lerin ortasında Türkiye’ye gelen banka sermayeleri İngiltere, Hollanda, İspanya vs. iken son 5 yılda bankacılık sektörüne sadece bu yukarıda saydığım Rusya, Katar ve Çin ülkeleri girdi. Tabi buradan sadece AB dışı ülkelerin yatırımlara devam edeceği sonucu çıkmamalı. 2000’lerde gelenler Türkiye’de pazar savaşı için gelirlerken, yeni gelecek olanların ucuzlayan ve baskılanmış emek piyasasının maliyet düşürücü etkisinden faydalanmak için geleceğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Hollanda’nın bankası gider ama Türkiye’deki işçilik Çin’den düşük artık diyerek tekstil markası gelir. Ayrıca grev yasaklamak, sürekli teşvik almak, gerektiğinde aflardan faydalanmak gibi birçok avantaj var. Bu kadar bereketli bir ülkeden her sermaye faydalanmak ister.

Elbette 3-5 yıl önce “ama sermaye AKP’ye izin vermez” diye umut besleyenler AKP’nin bizatihi bir sermaye partisi olduğunu gerçeğini mümkün olduğu kadar gözden kaçırıyorlardı. Nihayet AKP’nin yoksulların bir isyan hareketi ve siyasal İslamcıların bir direniş odağı olmadığına Boğaziçi sosyoloji ekolü hariç herkes ikna olmuş vaziyette. Liberal yazarların da gaz vermesiyle, bu hareketin demokrasi taleplerine özgürlük savaşçısı misyonu yüklenmesine zaman zaman AKP bile “meğer ben neymişim” diye şaşırmıştır. Neyse dönemin liberallerine vurup durmanın artık bir cazibesi kalmadığı için konuyu çok dağıtmadan ilerlemeye devam edelim.

AKP bir sermaye partisidir, çünkü;

- Son 17 yılda tahmini olarak 900 Milyarlık bir teşvik paketi sunmuştur
- 12 Eylül – 2002 yılı arası greve çıkan işçi sayısı ortalama 75 bin iken, 2002’de bugüne bu oran 7 bindir
- Onlarca grev yasaklamıştır
- Kendisinden önce çıkan işsizlik fonunu bir adım bile öteye taşımadığı gibi işveren lehine birçok teşvik mekanizması yaratmıştır
- Kıdem tazminat fonu, zorunlu BES gibi uygulamaları sürekli gündemde tutarak emekçilerin kazandıklarına hala gözü olduğunu sergilemektedir


Elbette sermayenin hukuk istediğini söyleyen Mahfi Eğilmezlerden çok, sermayenin hukukla işi olmaz diyen Ümit Akçay/Ali Rıza Gürgen gibi ekonomistlerin yanındayız. Ancak Ümit ve Ali Rıza Hoca’nın biraz bu vurguyu gösterebilmek için çubuğu fazlasıyla büktüğünü düşünüyorum. Hukuk dediğimiz şey zaten özel mülkiyeti kutsayan bir ilke üzerine şekillendirilmiş yapı. Haliyle sermayenin bir kısmı da hukuktaki bu eşitsizler içindeki eşitliği bir nebze korumak istiyor. Mesele sadece sermayenin işçi sınıfına karşı tutumunda AKP’nin nasıl bir tavır takındığı değil, sermayenin kendi arasındaki rekabette AKP’nin “adaletini” yitirip yitirmediği sorusunu da beraberinde getiriyor. Sermaye elbette grev yasaklarını seviyor, elbette iş mahkemeleri yerine arabulucuları istiyor. Elbette Derviş’in kamu düzenlemelerindeki vatandaşa teşvike kısıt koyan ama sermayeye sonsuz kredi açan kısıtlamalarını seviyor, hatta kriz dönemleri sermaye için ver Allah ver dönemidir. Kendini acındıran ve vicdan yapan sermaye istedikçe istiyor.

Ancak unutmamak lazım ki, sermayeye karşı demokratik yapısını yitiren bir iktidar da sermayeyi kaçıran bir etkendir. Örnekleyelim, Aydın Doğan’a güzelleme yapacak halimiz yok ancak özelleştirmeden ucuza kapattığı Petrol Ofis A.Ş. ’ye 1 milyar TL’lik vergi cezası yazarsanız, o sermayeye “hadi sen şu gazeteleri bana bırak ağırdan” demek isterseniz, ne garip tesadüf ki gazeteleri alan Cengiz İnşaat’ın da 400 milyon TL’lik vergisini affedeceksiniz. Demek ki AKP vergi düzenlemeleri ile sermayeler arasında tercihlerini net olarak ortaya koymaktadır.

Geçen yazıda kentsel dönüşüm ve imar planları ile oynayarak kendi sermayesine (ki kendi sermayesi dediğimiz bir yandan da kabinede bakan olmuş insanlar) nasıl AKP’nin tercihlerini kullanabildiğini göstermektedir.

Elbette yolsuzluk AKP ile başlayan bir süreç değildir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi daha kurulduğu 1923 yılından bu yana köşke yakın olanlar ile ol(a)mayanlar arasındaki rekabette hep birileri kazanmış ve/veya kaybetmiştir. Ancak sistematik olarak AKP’nin özellikle enerji ve inşaat sektörlerinde hukuksuzluğu tercih etmesi artık devasa örnekler sergilemektedir.

Örneğin AKP’nin son yıllarda alt yapı ihalelerini sadece 5 inşaat firması arasında paylaştırmasına isyan eden başka sermaye odakları bulunmakta. Az buz değil 150 milyar dolarlık bir pastadan gram pay alamayan devasa inşaat firmaları bulunmakta. Çok basit bir örnek verelim yine. 3.Havalimanı ihalesini “bu işi alsak alsak zaten biz alırız” diyen TAV İnşaat’tan sadece 1 milyar daha fazla taahhüt veren Kolin-Kalyon-Limak grubu ihaleyi almıştır. TAV, boşu boşuna “biz yurt dışında bile havaalanı inşaat ediyoruz. Biz bile bu fiyatı veremiyorsak kimse veremez” desin. Ki doğru diyorlar muhtemelen. Nitekim firmaların ihale verdikleri şartnameler daha sonra değiştirildi. Bu konuda tam bir hesap yapmak mümkün değil ama ihale şartnamesinde yapılan değişikliklerle inşaat firmalarına 6,5 milyar USD avantaj sağlandı. Yani aslında demokratik görünen bir ihale var ama ihaleyi alan -yandaş firma ise- Üsküdar’ı geçtikten sonra oyunun şartları değişiyor.

İktidarın ekonomik politikaları da sermaye fraksiyonları arasında kaynak aktarımlarına neden olmaktadır. Örneğin Kıdem Tazminatı Fonu bile devlete kaçınılmaz olarak bu primleri yatırmaktan başka şansı olmayan daha kurumsal sermaye ile bu fonda toplanacak paralarla batık kredileri kapatılacak yeni yetme sermaye arasındaki çekişmeye sahne olmaktadır. Kıdem Tazminatı Fonu’nun sadece işçilerin haklarının törpülenmesi olarak okursak (ki o konuda zaten mutabıklar) sermaye kampları arasındaki kavgada da hukuk talebi olduğunu göremezsek yorumlarımız hep eksikli kalacaktır.

AKP ilk iktidara geldiği dönemler TÜSİAD ile hafiften kapıştığı zaman bunu sermayeye rest çekebilen bir propaganda konumuna çekebiliyor ve politik bir malzeme yapabiliyordu. Ancak aradan geçen 17 yılda AKP’nin yandaş sermayesinin büyüklüğü öyle bir seviyeye geldi ki, kucaklarına oturdukları sermaye TÜSİAD üyelerini dövebilecek bir kapasiteye erişti. Örneğin TÜSİAD İstiare Kurulu Başkanı Özilhan güç bela Sinop Gerze Termik Santrali işini alabilmişken, o termik santralden kapasite olarak daha büyük 5 termik santral işini Kalyon tek başına alabilmiştir. Ama konunun yine özünü kaçırmayalım, Özilhan’ın Sinop Gerze’deki termik santrali yapabilmesi için hukuksuzluğa, çevre katliamına, jandarma güçlerinin desteğine vs. vs. ihtiyacı bulunmaktadır. Aynı Cengiz İnşaat’ın Cerrattepe’de maden inşaatı için ihtiyaç duyduğu gibi. Bu anlamda sermaye gruplarının hukuka değil hukuksuzluğa ihtiyacı var. Ancak hukuksuzluk dağıtımında “eşitsiz” olması sermaye fraksiyonları arasındaki itiraz seslerini daha çok artıracaktır. İstedikleri hukuk değil hukuksuzlukta adil dağıtımdır.