Siyasal İslam’a karşı ‘laikçi’ bir yazı!

Rejimin, özellikle Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla birlikte ağırlık kazanan din bağlantılı çıkışları, Diyanet İşleri Başkanı’nın 6 Eylül’de yaptığı konuşmayla yeni bir safhaya ulaştı. Erbaş’a göre belirli çevreler, “inanç sokakta olmasın insanın içinde olsun, insanla Allah arasında olsun, evine, ticaretine, siyasetine, adaletine, yargısına yansımasın” diye ortalığı ayağa kaldırıyormuş. 

Laiklik karşıtlığı bu kadar açık dillendirilemezdi…

Peki, neyin işareti saymak gerekir?

Bu çıkışın ardında, Türkiye’ye şeriatı getirme gibi nihai sayılabilecek ve gerçekleşmesi pek mümkün görünmeyen bir hedefi önceleyen başka siyasal hesapların yattığı söylenebilir. Bu hesaplardan biri dışarıya (batıya) diğeri ise içeriye yönelik görünüyor. Dışarıya yönelik hesapta rejim, Taliban ve IŞİD gibi oluşumlar tarafından temsil edilen İslam’ın kontrol altında tutulması açısından Türkiye’nin biraz daha “İslamlaştırılmasının” zorunlu olduğu ve bunun anlayışla karşılanması gerektiği mesajını vermektedir.  

Başka bir deyişle, bölgede “ılımlı” İslam’la öncülük yapma projesi tutmadığından bu kez “o kadar da ılımlı olmayan” başka, ama batı açısından gene işlevli sayılabilecek bir İslam önerilmektedir.  

İçe dönük hesaba gelince:

Rejim, kendi dönemi sonrası için tercih edeceği, yarın muhalefete düştüğünde etinden de sütünden de yararlanabileceği bir ortamı bugünden yerleştirme niyetindedir. Bununla kastettiğimiz, dinselliğin, bugün muhalefette olan partilerden özellikle laiklik iddiası taşıyanların da kabul edecekleri/etmek zorunda kalacakları noktalara kadar taşınmasıdır. Erbaş’ın sözlerine “Allah’ın izniyle” iktidar olacaklarını söyleyenlerden bir eleştiri geldi mi, tam bilmiyorum. Ama şöyle bir eleştiri herhalde çok “yerinde” olurdu: “Biz inanç sayın Erbaş’ın dediği yerlerde hiç olmasın demiyoruz, oralarda da olsun, ama şöyle değil de böyle olsun…”

Kısacası, dinsel inancın Erbaş’ın dediği yerlerde hiç olmaması gerektiğini açıkça söyleyebilecek bir muhalefetin çıkmaması, “ortam yaratmada” alınan mesafenin bir göstergesi sayılmalıdır.

***

Konu açılmışken “Türkiye ve İslam” bağlamında özellikle sosyalistlere yönelik iki hatırlatma yerinde olacak.

Birincisi: Din antropolojisi ve sosyolojisi bize belirli bir dinin tarihsel-toplumsal kökenleri, dayandığı halk temeli, geçirdiği evrim, oturduğu “rasyonalite” vb. hakkında zengin bilgiler verebilir. Ama dinsel/din temelli siyaset bambaşka bir alandır.  “Zenginlik”, iş siyasete döküldüğünde mutlaka daralacak, katı ve bağnaz kurallardan oluşan bir kateşizme (ilmihalciliğe) dönüşecektir.

Kısacası, Siyasal İslam diyorsak bunun “ılımlısı” falan olamaz, olmayacaktır…

İkincisi: Sosyalizm dahil olmak üzere modern ideolojilerin her birinin zamandan ve mekandan bağımsız ele alınabilecek kendi sınırları, gidilebilecek kırmızı çizgileri, içsel frenleri vardır. Bu nedenle modern ideolojiler kendi uçlarına ve bu uçların çerçeve dışı aşırılıklarına karşı eleştiri ve reddiye imkanlarına sahiptir. Örneğin bir sosyalist kendi kurucu ilkelerinden hareketle uvriyerizme, “çocukluk hastalıklarına”, anarşizme, vb. set çekebilir.

Dinci ideolojide, bu arada Siyasal İslam’da ise bu yoktur.

Siyasal İslam’da “ılımlı” görünen ne varsa hepsi zamanın ve mekanın gerektirdiği zorunluluklardandır; yani İslamiyet’in kendi “özünden” kaynaklanmamaktadır.

***

Son olarak:

1960’lı yıllarda TİP Genel Başkanı M. Ali Aybar ülkede sosyalizmin geleceğine ilişkin olarak “maya tuttu” derdi.

Bugün ise Türkiye’de iktidarda olup olmamasından, kimin tarafından temsil edildiğinden bağımsız, “mayası tutmuş” bir dinci gericilik vardır. Adını ne koyarsanız koyun, Türkiye’nin ileriye yönelmesini isteyen ve bunun mücadelesini veren her oluşumun ikirciksiz mücadele etmesi gereken bir hasımdır.

“Oryantalizm”, “İslamofobi” ya da “laikçilik” gibi etiketlemelerle küçümsenemeyecek bir hasım…