Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Mevlana’ya ait yukarıdaki dizeler uzunca bir dönem solun diline pelesenk olmuştu. Sürekli değişim olgusuna vurgu açısından yerinde sayılabilecek bu benimseme, sonuçta her konuda ille de “yeni şeyler” söyleme merak ve tutkusu yüzünden değerini büyük ölçüde yitirdi. İnsanlar, “eski” saydıkları ne varsa neredeyse hepsini unutarak ve günümüzde farklı olana/öyle görünene ilişkin tefekküre dalarak güncelin özünü yakalayabileceklerini düşünmeye başladılar.
Bu eğilimin büsbütün beyhude olduğunu iddia edecek değiliz. Ancak, herhangi bir özne ile onun “dünyayı” ve “güncel durumu” kavrama çabaları açısından önemli zaaflar barındırdığını görmemiz gerekir.
Şöyle söyleyelim: Öznenin algılama, çözümleme ve anlama etkinliği ile bu etkinliğin nesnesi (dünya, ortam, durum) arasındaki ilişki hiçbir zaman doğrudan olamaz; arada mutlaka bir dolayım olması gerekir. Marksist öğretinin temellerinden hareket edecek olursak bu dolayım, öznenin kendi pratiğidir. Pratikten kastedilen, öznenin, anlamaya çalıştığı ortam ve koşulların salt “içinde” olmanın ötesinde, onunla aktif bir ilişkilenmeye ve etkileşime geçmesidir; kısacası, aynı zamanda “müdahil” bir özne konumunda olmasıdır.
O zaman, baştaki Mevlana dizelerine şöyle bir şerh düşmemiz gerekecektir: Söylenen “yeni şeyler”, ancak, bu “yeni şeylerin” aktif özne-nesnellik etkileşiminin kazandırdığı deneyimler temeline oturmasıyla değer kazanabilir.
***
Modern çağlarda insanlık, “dış” dünyayı, “ortamı”, “nesnel koşulları” vb. etkileyip değiştirmenin (ve böylelikle kendini de geliştirmenin) siyaset dışında bir yolunu, yöntemini ya da aracını bulamamıştır.
Gelgelelim, siyaset, derecesi tarihsel dönemlere göre değişmek üzere kimi entelektüel çevreler tarafından hep küçümsenmiş, insanın dünyasını ve ufkunu daraltan, onu “eksilten” bir meşgale sayılmıştır. Oysa, bu eleştiri ve karşıtlığın dayanağı sayılabilecek, bir dönemin “aparatçik/komitetçik” tipolojisi bile aslında “daralmış” görünen dünyasında kendince bir zenginlik ve derinlik arama çabası içindeydi.
Verdiğimiz, uç bir örnekti ve elbette siyaset denilen uğraşı bu tipolojiye indirgemek ve ondan ibaret saymak büyük bir yanlış olacaktır.
Asıl konuya dönecek olursak, siyasal etkinliği, kişinin yaşadığı dünyaya ve ülkeye bir şekilde aktif müdahalesi olarak tanımlayabiliriz. Bu müdahalenin örgütlü (kolektif) ya da bireysel olması, müdahale eyleminin alanı ya da konusu, müdahalenin reforma (iyileştirmeye) mı yoksa köklü bir değişime (devrim) mi yönelik olduğu, etkinliğin siyasal sayılıp sayılmayacağını belirleyen faktörler değildir. Her biri siyasettir ve temel tezimiz de şudur: Bu tanımıyla siyasetin içinde yer alan kişi, müdahale nesnesini anlayıp kavrama, kendi dünyasını zenginleştirme ve kendini güncelde, verili anda “gerçekleme” açısından siyasetin tamamen dışında kalanlara göre çok daha illeri konumlarda yer alacaktır.
Dahası, bu konumdan söylenen “yeni şeyler”, salt tefekküre dayalı olanlara göre hem teorik hem de pratik açıdan daha büyük değer taşıyacaktır.
***
Hepsi bu kadar değil.
Bugün, Türkiye’nin entelektüel-kültürel ortamı konusunda olumsuz pek çok değerlendirme yapılıyor; toplumu saran genel bir cehaletten söz ediliyor; apolitizm deniyor; başta gençler olmak üzere insanların kayıtsızlıkları, umutsuzlukları, vb. vurgulanıyor.
Bizce konunun kritik noktası şudur: Şu an için bu söylenenlerin hepsi doğru olsa bile hiçbiri yeni bir dünyanın yerleşiklik kazanmış, süreklilik taşıyan ve belirleyici olgusu sayılamaz. Hepsi, ülkede bir şeylerin değişmeye başlamasıyla, insanlara “demek olabiliyormuş” dedirtecek gelişmelerle, bir yerlerden umut verici işaretlerin gelmesiyle değişecek, başka ortamlara, zamanın başka türlü bir “ruhuna” yol verecektir.
Bu değişimin her zaman ortaya çıkmayacak, bu anlamda “konjonktürel” amili (etkeni) Gezi Direnişi gibi olgularsa, kalıcı ve süreklilik taşıyan amili de siyasettir.
***
Ekim Devrimi’nin yıldönümü geçenlerdeydi.
Bu vesileyle soralım: Lenin’in 1905 Devrimi ve 1917 Şubat Devrimi öncesi düşünceleriyle bu devrimlerden sonraki düşünceleri arasında kimi önemli farklılıklar varsa, bu farklılıkları Lenin’in kendisinin tefekkür süreçlerinden çok ortam değiştiren olgularla açıklamak daha doğru olmaz mı?