Kafadan atmıyoruz, “herhalde böyleydi” de demiyoruz. 8-10 yıl kadar önce Türkiye sol hareketinde şöyle bir “öngörü” vardı: Türkiye’de sol-sosyalizm, Kürt siyasetiyle arasına ciddi bir mesafe koyarak güçlenecek, ayrıca Kürt siyasetinin mevcut iktidarla bir şekilde uzlaşması da bu konumu pekiştirecekti…
Büsbütün temelsiz bir öngörü olduğunu söylemiyoruz. 2013 Gezi Direnişi, Kürt siyasetinin kimi sözcülerinin Gezi’ye ilişkin olarak söyledikleri, karşılıklı “barış süreci” paslaşmaları ve Türk-Kürt kardeşliğinin “İslam bayrağı” altında gerçekleşeceği yolundaki söylemler, bu öngörüye belirli bir inandırıcılık kazandırıyordu.
Ancak hayatın, daha doğrusu siyasetin akışı bu yönde olmadı.
Siyasetin farklı bir mecrada şekillenmesinin pek çok nedenine işaret edilebilir. Bu nedenler arasında, elbette Kürt siyasetinin kendi iç dinamikleri ve gerilimleri, sonuçta ortaya çıkan “tercihler” de yer alır. Ancak, bize göre ağırlıklı neden, iktidarın özellikle 2013 yılından başlamak üzere netleşen tercihidir.
AKP, Türkiye’yi değiştirme ve ülkeye istediği şekli verme sürecinde, bir tarafta Batıdan ve AB’den, diğer tarafta ise Kürtlerden ve Kürt siyasetinden alabileceği desteğin, kendisine yakılan yeşil ışığın sonuna geldiğini görmüştür. Giderek daha belirginleşen emperyal heveslerle birlikte, ülkeyi sıkı denetim altında tutma niyetinin salt “İslam bayrağı” altında toplanmayla gerçekleşemeyeceği görüldüğünde, bir zamanlar “ayaklar altına alınan” milliyetçilik öne çıkartılmıştır.
Başka bir deyişle, AKP’nin orijinal misyonunda ve vizyonunda değişiklik anlamında bir tercih söz konusu değildir; tercih, bu misyon ve vizyonun kiminle saf tutarak sürdürülebileceği konusundadır ve burada da Kürt siyaseti değil MHP tercih edilmiştir.
Özetin özeti derseniz: AKP, Selahattin Demirtaş “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için Kürt siyasetini ötelere itmemiştir; misyon ve vizyon “tehlikeli” sayılan Kürtlere düşmanlık boyutu da içerdiğinden Demirtaş o sözü etmiştir.
Bunlar geçmişte kalmıştır; 2013’e dönüş ne rejim ne de Kürt siyaseti açısından mümkün görünmemektedir.
***
Son dönemin dikkate değer çıkışlarına bakarsak, Selahattin Demirtaş’ın maddeler halinde sıraladığı ilkelerle Murat Karayalçın’ın “ittifakta HDP’nin de yeri olmalı” sözüne mim koymak gerekir.
Karayalçın’ın sözünün, samimi de olsa, bir tür zemin yoklama, nabız ölçme girişimi olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Selahattin Demirtaş’ın yeni anayasa, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”, yargı bağımsızlığı, dış politikada militarist çizginin terk edilmesi, medya özgürlüğü, kadın hakları, vergi politikalarında değişiklik yapılması gibi başlıkları da içeren ilkeleri, HDP “ittifakta” yer alsın almasın es geçilmemeli, “Ama bunlarda sosyalizm yok” gibisinden naif karşı çıkışlara yol açmamalıdır.
Tartışılacaksa ve eleştirilecekse, bu tartışma ve eleştiri, önerilerin içeriğinden ziyade gerçekleşebilme imkanları üzerinden yol almalıdır.
Biz de bunu yapmaya çalışacağız.
***
“AKP sonrasına” ilişkin olarak CHP’nin ve çevresinde tutmaya çalıştığı diğer muhalefet partilerinin söylediklerini alın; bunların üzerine Demirtaş’ın ilkeleri dahil HDP’nin önerilerini ekleyin; hepsinin üzerine aydınların ve akademisyenlerin zaman zaman yayınladıkları bildirilerde yer alan talepleri koyun…
Biz, “bunlar eksik” deyip geçmiyoruz. “Eksikliklerden” önce, hepsinin ya da önemli bir kısmının gerçekleştiği; bu zeminlerde belirli bir oturmuşluğun, istikrarın ya da stabilitenin hüküm sürdüğü bir Türkiye olamayacağını söylüyoruz. Türkiye, gerilimlerin, saflaşmaların ve kutuplaşmaların ancak geçici (ve kısa) bir süre için dengelenebileceği, her dengelenmenin daha keskin gerilimleri besleyeceği ve işlerin “böyle” gideceği bir ülkedir.
***
Kısacası, Türkiye’nin önündeki sürece her biri belirli bir oturmuşluğu ve istikrarı temsil eden etapların ya da aşamaların değil, bir sürekliliğin damga vuracağını söylüyoruz. Biri “sosyal demokrasi”, öbürü “liberal demokrasi”, beriki “radikal demokrasi” desin, hiçbir sakıncası yoktur; yeter ki bunların her birini hem daha geriye çekecek hem de daha ileri ittirecek dinamiklerin aynı anda devrede olacağı ve bir “sabitlenmeye” izin vermeyeceği unutulmasın.
Bir de şu: Gününüz Türkiye’sinde ne sosyal demokrasi, ne liberal demokrasi ne de radikal demokrasi “Şu kadarı karar, ötesi zarar” diyebilecek durumdadır.