Sokaktaki faşizm

Bugün, geçmişin Türk-İslam sentezinin seküler yanları neredeyse tamamen törpülenerek ve İslami vurgulara çok daha fazla ağırlık tanınarak, üstelik gündelik yaşam pratiklerinin tamamını kapsayacak bir ”totalite” anlayışıyla dar ideolog çevrelerin ötesine, mahalleye, sokağa taşınmaya çalışıldığını görüyoruz.

“(…) öğrenci yurdunda sabah lavaboda misvak kullanan Ö.A. adlı bir gence saldıran Atatürk rozetli bir grup, Ö.A.’ya zorla diş fırçası yutturmaya çalıştı…”

“(…) fabrikasında grevde olan işçileri ziyaret eden sosyalist bir partiye mensup kişiler ‘Tek yol Kemalizm’ sloganı atan işçilerin saldırısına uğradı…”

“(…)’de onur yürüyüşüne hazırlanan bir grup, çevrede bulunan ve ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganı atan pazarcı esnaf tarafından protesto edildi. Polisin olay yerine gelmesi üzerine pazarcı esnaf İzmir Marşı’nı söyleyerek dağıldı…”  

“(…) mahallesinde Selçuklu-Osmanlı şerbet geleneğini yaşatmak amacıyla sirkencubin şerbeti dağıtan bir grup üzerine çevredeki tekel bayileri ve bakkallar tarafından bira döküldü.  Bakkallar ‘laik Türkiye’nin sahiplenicisi olduklarını’ belirtti…”

Medyada şimdiye kadar bu tür haberlere hiç rastlamadık.

Peki, bundan sonra olabilir mi?

***

Türkiye’de (bir kez daha Ergin Yıldızoğlu’na atıfla) “süreç olarak faşizm” olgusundan söz etmek felaket tellallığı ya da aşırı karamsar bir yaklaşım sayılmamalıdır.  Evet, bu süreç bugün karşı direnç noktalarını birer birer bertaraf ederek baskın yönelim haline gelmemiştir; sürecin geriletilmesi hem mümkün hem de muhtemeldir. Ancak bu süreci ve ilgili olguları gelip geçici, arızi durumlardan ibaret saymak da ağır bir yanılgı olacaktır.

***

12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) dönemlerinin “faşizm” olarak tanımlanmasında ciddi bir tartışma olacağını sanmıyoruz. Bu iki dönemin, abartılı bir “Kemalizm” retoriğiyle cilalanıp öyle piyasaya sürüldüğü de bir gerçektir.  Başlıca özneler ise, sırasıyla gidersek, ordu, yargı, polis ve bürokrasi başta olmak üzere baskı aygıtları ile özellikle eğitim söz konusu olduğunda ideolojik aygıtlardır.  

Ne var ki, bu iki dönemde “yukarıdan” gelen baskıların ve zorlamaların geniş halk kesimlerinde, mahallede, sokakta, pasif bir onay ve kabullenme dışında karşılık bulduğunu, kendini oralarda kendi özgüllüklerini de katarak yeniden ürettiğini söylemek pek mümkün görünmüyor. 

Kısacası, yukarıdan gelen ideoloji ve zor, altta kendi “sivil” mahalle bekçilerini yaratamamıştır. 

Kritik noktaya gelirsek, söylenmesi gereken şudur: Geçmişte İtalya ve Almanya’da yaşanan ve faşizmin kente, kıra, mahalleye, sokağa, bilim, sanat ve kültür dahil yaşamın her alanına indiği bir modelden söz etmek, Türkiye’nin bu iki dönemi için pek mümkün görünmemektedir.

Günümüz Türkiye’si için sözünü ettiğimiz “süreç olarak faşizm” olgusunda ise yukarıda değinilen “eksik yanların” tamamlanmasına yönelik girişimlere tanık oluyoruz.      

Daha açık söylersek, bugün, geçmişin Türk-İslam sentezinin seküler yanları neredeyse tamamen törpülenerek ve İslami vurgulara çok daha fazla ağırlık tanınarak, üstelik gündelik yaşam pratiklerinin tamamını kapsayacak bir ”totalite” anlayışıyla dar ideolog çevrelerin ötesine, mahalleye, sokağa taşınmaya çalışıldığını görüyoruz.

Kritik soru şudur: Bugün Türkiye’de “süreç olarak faşizm” olgusundan söz edilecekse adres olarak bakılacak yer herhangi bir Cumhuriyetçi-Kemalist-seküler odak mıdır yoksa dikkatlerin başka bir kaynağa mı yönelmesi gerekir?

Verilecek yanıt bu iki şıktan birincisi ise, bilelim ki şimdiye kadar görmemiş olsak bile yazının başında verilen muhayyel haber örneklerine önümüzdeki dönemde sıkça rastlayacağız demektir… 

***

Faşizm tehlikesini hala Cumhuriyetçi-Kemalist-seküler odaklarda görenler varsa o kadar endişe etmesinler; Cumhuriyet’in ve laiklik başta olmak üzere dönüşümlerinin “tepeden” geldiğini ve “halk tarafından içselleştirilmediğini” hatırlayıp şükredebilirler.

Ya bir de “içselleştirilseydi”?