Eski bir olaymış, ama biz yeni öğrendik.
Edward Said 1979 yılında “Orta Doğu’da Barış” konulu bir konferansa katılmak üzere Sartre ve Simone de Beauvoir’dan davet almış. Said, düşünce dünyasının bu “devleriyle” tanışıp konuşacağı için büyük heyecan duymuş. Fransa’ya gittiğinde Michel Foucault’yla da karşılaşmış. Sonuç ise, kendi anlattığına göre, büyük bir düş kırıklığı olmuş. Çünkü bu “devlerin”, kendisinin büyük önem verdiği Filistin davası konusunda ya bilgisiz ya da ilgisiz olduklarını bizzat görmüş (http://www.openculture.com/2015/01/said-meeting-with-sartre-de-beauvoir-foucault.html).
Bu kişisel deneyimin orasını burasını tartışacak değiliz. Sonuçta, kalibreli aydınlar arasında yaşanmış bir olaydır. Bir çıkarım gerekirse şu olabilir: Aydınlar, belirli konulara özel ilgi duyup bu konuları sımsıkı sahiplendiklerinde kendileri için her şeyin başı ve sonu o konu olup çıkabilir. Ayrıca, tek bir konuyla içli dışlı olup zaman boyutunda sürekli o konuyu gündemde tutanlar olduğu gibi, aynı süreklilik içinde farklı konulara el atanlar da çıkar.
***
Aktardığımız, aydınlar arasındaki bir meseleydi.
Bir de, solda konumlanan, belirli bir eğitim düzeyinde, dünyada ve ülkede olup bitenlere duyarlı kişilerle sosyalist örgütler arasındaki ilişkilerden söz edebiliriz. Birinci tarafın da özel duyarlılıkları olabiliyor ve ikinci taraf, yani sosyalist örgütler ve temsilcileri bu özel duyarlılıklarda birinci tarafın insanlarına düş kırıklıkları yaşatabiliyor.
Bizim de başımıza geldi…
2009 yılı Eylül ayında Karaburun’da gerçekleşen geniş katılımlı bir toplantıda Türkiye’de solun 1980 sonrası durumu tartışılıyordu. “Sosyalist solun temsilcileri” olarak konuşmacılar arasında bizimle birlikte Aydın Çubukçu, Ergun Aydınoğlu, Ertuğrul Kürkçü ve Gaye Yılmaz yer alıyordu.
Soru cevap faslına geçildiğinde bir kadın dinleyici bizlere yönelik olarak hemen ardından ciddi alkış alan şu soruyu yöneltti:
“Tarsus’ta bir kadın Türkçe bilmediği için hastaneden kovulurken bu konuşmacılar neredeydi?”
İşte buydu…
Hepimiz ağzımızın payını ve boyumuzun ölçüsünü almıştık.
***
Türkiye’de sosyalizmin bugünkü gücüne ve etkisine bakıldığında olumsuz pek çok şey söylenebilir, sert eleştiriler yapılabilir.
Bunların bir kısmı, doğru ya da yanlış, doğrudandır: Çok bölündünüz, bir türlü bir araya gelemiyorsunuz, halkın nabzını tutamıyorsunuz, bilmem hangi partinin peşine takıldınız, şu konuları ihmal ediyorsunuz, vb. vb.
Ancak, bizce sonuçta sosyalizmin “itibarsızlaştırılması” anlama gelen dolaylı bir yol daha vardır ve diğerinden daha tehlikelidir. Tarifini de verelim: Önce sosyalizme çok değer veriyor, sosyalist örgütleri önemsiyor görüneceksiniz, hemen ardından sosyalist örgütlerle sivil toplum kuruluşlarını, meslek örgütlerini, dernekleri, vb. aynı kefeye koyacaksınız...
Sonra ne olacak?
Sonra, herhangi bir sosyalist örgüt ya da sosyalist örgütlerin hepsi, bir konuda insan hakları örgütlerinin, diğer konuda bir derneğin, daha başka bir konuda ise bir meslek odasının yaptığını “bile” yapamamış olacak…
Ardından gelsin “Hepinize yuh olsun, şu konuda bilmem kim kadar bile olamadınız…”
Abarttığımızı düşünmüyoruz; Türkiye’de bunu yapan ciddi bir “sol” kamuoyu vardır. Tereddütlü olduğumuz tek nokta, bunun ne ölçüde bilerek, özellikle sosyalist örgütleri itibarsızlaştırmak amacıyla yapıldığı, ne ölçüde siyasal örgütlerle başka kuruluşlar arasındaki farkın bulanıklaşmasından kaynaklandığıdır…
Kimi göstergeler, yukarıdakilerden ilkinin sanıldığından daha yaygın olduğuna işaret etmektedir…
***
Eti budu, boyu posu, şusu busu bir noktada önemli değildir: Sosyalist bir örgüt, yaşanan siyasal ve toplumsal süreçleri kendi iktidar hedefi bağlamında belirli bir bütünsellik içinde değerlendirir. Önceliklerini de buna göre belirler. Ülkenin gündeminde olan her konuyla ilgilenir; ama bu konulardan herhangi birini kendi siyasal gündeminin en başına oturtup “bir süre bununla gitme” gibi bir mecburiyeti olamaz.
Sonra, sivil toplum kuruluşlarının, derneklerin, vakıfların, vb. bütünün içinden bir parça alıp o parçaya yoğunlaşmaları, bunu başat gündem yapmaları normaldir. Zaten tanımları da bunu gerektirir. Böyleyken, sosyalistlik adına kalkıp bu kuruluşlara “Neden bütünü görmüyorsun da parçaya odaklanıyorsun” demek ne kadar abesse, o kuruluşların sosyalist örgütlere dönüp “Sizler neden benim yaptığımı benim gibi yapmıyorsunuz” diye sorması da o kadar abestir.
Umarız anlaşılmıştır…