Yazılara vermiş olduğum bir aralıktan sonra, tekrar klavyenin tuşlarına geri dönmüş olayım…
Gündem yüklü, gündem hayli boğucu…
Reza Zerrab davası bir yandan, Man Adası diye gündeme düşen dolap maceraları öte yandan…
Yani son on beş yılın manzarasına uygun yine bir yuvarlanmalardayız…
Bu sefer de bir avaz, bir gürültü ki değme gitsin. Yüzleri kızarması gerekenlerin ahlak dersi verdiği, gerçeklerle ilinti kurmaya çabalayanların şimdilerde Feto’cu ilan edildiği filan filanlar zamanıdır bunun adı…
Bu memleket çok şeyler gördü, geçirdi ama bunun gibisini daha önce görmedi…
Yani böyle desek de her gün, daha önce bunun gibisini görmedik diyoruz. Sonra da yeni olarak öyle vahimlerini seyreliyoruz ki, olduğunda, neden olduğuna dair neredeyse şaşıramıyoruz…
Veya…
Hani şunun şurasında, bir ay öncesi belki bir değer ifade eden kimi kavramların,an itibariyle sokaklarda köşe başına düştüğü bir ahir zamanlar kabusundur bu.Yani tarihin bu çağında tam da böyle bir aralıktan geçiyoruz.
Ki bu, nefeslerin hepten tutulduğu ve ayakta durulamaz iken akılların dumura durduğu, her türlü gayri nizami harp olgusunun orta oyunu olduğu ve hazretin değişince,“Yeni Türkiye’nin” kurulduğu bir çağdır.
Netice derseniz;
Bunca yıldır imbikten süzdüğümüz deneyimin öğrettiğine göre, sonundabunun kefaretini yine bu halk öder vesselam…
Böylece mesele anlaşılmış olsun. Yani bu girizgaha göre,gündemin parlak başlıklarına dair yazmayacağım okunsun.Gündemde biraz arkalarda kalan kimi görüntülerden, bir acı insanlık dramının kenarından bir yol alacağımda duyulsun…
Çok mu lazım?
Oysa her şeyin başı insanlık işte. Yani ondandır…
***
Bugün medyaya bir haber düştü…
İşkence etmekten maruf, Bosnalı Hırvat General Slobodan Praljak, Bosna halkına karşı insanlığa karşı suç işlemekten 20 yıla mahkûm olduğu davanın temyiz duruşmasında, cezası onanınca cebinden zehir şişesi çıkarıp içerek intihar etti. Son sözü de ben suçlu değilim oldu ve hastanede ölüp gitti.
Şimdi durum öyle miydi, yoksa değil miydi nin bir önemi falan kalmadı… Ortada kanıtlandı diye görünen işkence vakaları ve bunu kabul etmeyen bir intihar tercihi kaldı…
***
Bundan bir hafta kadar öncede (22 Kasım 2017); bu Hırvat Generali mahkûm eden aynı mahkeme, bir başka karara daha imza atmıştı.
“Deutsche Welle” de yayımlanan haberin Türkçe mealine göre,
“…Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, eski Bosnalı Sırp komutan Ratko Mladiç’i aralarında soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç olmak üzere 10 ayrı suçtan suçlu bularak müebbet hapis cezasına çarptırdı.Mahkeme heyeti, 1995 yılındaki Srebrenitsa katliamlarında soykırıma “belirgin bir katkıda” bulunduğu, Bosnalı Müslüman nüfusun yok edilmesi niyetiyle hareket ettiği gerekçesiyle, Mladiç'i soykırım suçundan suçlu buldu. Eski Bosnalı Sırp generalin ayrıca Saraybosna’nın bombalanması emrini bizzat verdiğine, Bosna kentlerindeki zulüm, imha, tecavüz, cinayet gibi suçlardan sorumlu olduğu ve savaş suçuna iştirak ettiğine hükmedildi. 10 ayrı suçtan suçlu bulunan Ratko Miladiç ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı…”.
Mladiç, tıpkı General Praljak gibi mahkemede suçsuz olduğuna dair bağırdı.Mahkeme ve kararlarını tanımadığını haykırdı.
Sonra, haberde konuya ilişkinşöylebir ayrıntıya da yer verildi…
“...Aynı mahkeme tarafından 40 yıl hapse mahkûm edilen Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karaciç ile birlikte "Bosna Kasabı" olarak anılan Mladiç'e, yargılama esnasında aralarında Srebrenitsa'da Karaciç'in verdiği emirleri uygulayarak 8 bin kadar erkek ve çocuğu katletmek gibi birçok savaş suçu yöneltildi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da yaşanmış en büyük katliam olan Bosna Savaşı'nda toplam 300 binden fazla kişinin ölümünden sorumlu tutulan ve Bosnalı Sırplar arasında kimilerince efsane sayılmasıyla öne çıkan bir isim olan Mladiç hakkındaki karar, aynı zamanda o yıllara dair hakikat tespiti konusunda da belirleyici olacak…”.
***
Neymiş, neymiş denilecek nokta işte burasıdır…
“Hakikat tespiti” imiş…
***
Öyleyse “mavi kelebeklere” geçebiliriz…
…
Ankara’dayım…
Yavuz’u doğaya verdikten sonra bu ilk gelişim. Her sefer konuşur, buluşurduk. Bir kenarda Yavuz, Atilla, Mümtaz ve ben dahil, eşlerle hep beraber,dostluğa kadeh kaldırır, gönlün ateşini savururduk…
Bu sefer öksüz, bu sefer yetim, kol kanat kırık ve yoksuluz…
Ve üşüyoruz…
Bu da doğanın başka bir gerçeği işte…
Yani insanlar, yani doğadaki canlılar, doğar, yaşar ve doğaya geri dönerler…
Dostlar, yoldaşlar bir bir gidiyor ve acıyı bal eylemek geri kalanlara düşüyor…
***
Yavuz’u doğaya hediye etmeden önce, eşim Balkan’lara bir geziye gitmişti. Onca aradan sonra onunla da ilk görüşüyoruz. Konuştuk, dertleştik. Bosna’yı falan da gezip gelmiş. Neredeyse ağlayarak aktardı. Rehberi, Bosna’nın mavi kelebeklerini anlatmış. Onu kendi boğazıma takılanlarla ve yutkunarak dinledim…
Sonra,
Bugünkü Hırvat Generalin haberini okuyup, önceki hafta “Bosna kasabının” sonunu da hatırlayınca bir de ben yazayım istedim…
Daha da yazılacağından başka, “mavi kelebek” meselesiçok yazıldı çizildi.Filme de çekildi; dizilere konu oldu…
Arada benim ki de olsa, eksiği kapatmaz ama bardağı bir parça daha doldurur…
…
Ve Bosna’daki insanlık dramı, acısı ve ateşi, koru ve külleriyle orada öylece duruyor. Bugüne değin 300 kadar toplu mezarın bulunma macerasında baş rolü de soykırımda katledilen insanlar, bir kelebek ve bir çiçek oynuyor…
Doğanın bir parçası mavi kelebek (Glaucopsychealexis) ve kan çiçeği (Ponerapregrina) de tıpkı insanlar gibi doğar, yaşar ve ölür. Bir kelebeğin ya da çiçeğin kendi soyunu ortadan kaldırdığı ne duyulmuş ne de görülmüştür. Oysa insanın insana ettiğine şaşmamak ve evriminin insanlık hasleti basamağında, hala bu denli ilkel, acımasız, merhametsiz ve katil olduğunaalışmak bir türlü mümkün olamamıştır.
Mümkün olamamıştır ama insanın insana kulluğunu sağlayan vahşi yaşamın dizginine gem vurulmakta da henüz sona varılmamıştır.
İnsanın insanlık macerası sudan sürünerek çıktığıyla başlar…
Şekil şemail değişikli milyonlarca yılda onu ayakları üzerine kaldırır. Ellerini ilk üretim aleti diye kullanmaya başlar. Ateşi, tekerleği bulur. Tarımı keşfeder ve avcılık, toplayıcılıktan “artık ürün” biriktiriciliğine geçer ki hem uygarlıkta ve hem de insanı insana kul eden vahşette hız tanımadan günümüze değin gelir.
Tarihteki her soykırım, savaş, tecavüz, merhametsizlik gibi 92-95 arası Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yapılan mezalim de aynı hikâyenin yeni versiyonu olarak böylece arzı endam eder.
Üç yüz on iki bin ölünün neredeyse kahir ekseriyetinin ne izi artta kalmıştır ne de toplu mezarların yeri. Elli bin kadına neredeyse eşlerinin gözü önünde tecavüz edilmiş ve geriye otuz beş bin tecavüz çocuğu kalmıştır. Sonra eşler, kadınlarının gözü önünde katledilmiş ve çukurlara gömülmüştür…
Avrupa o sırada gözlerini kapatmış ve Boşnakların doğranmalarına ancak seyirci kalmıştır.
İnsanlık her öldürülenle bir daha öldürülmüş ve insanın insana ettiklerinden geriye ağır bir utanç kalmıştır.
***
Çukurlara ne olduğuna gelince…
Kasapların mahir kamuflajlarını ve her yol, her boy aldatmacalarını, doğa sessizce izlemiş ve bu zalimliğin saklanamaz olduğunu insan kasaplarına bir kez daha haykırarak göstermiştir.
Nasıl mı?
Doğadaki canlılar karbon atomlarından oluşurlar. Her yaşam ölümle sona erdiğinde ölenin sureti yok olur. Toprağa düşen karbonları ise yeni bir hayat biçiminde yeniden var olur. Yani doğanın en büyük hediyesi ölümün bağrından çıkar.
Bosna’da da Srebrenista’da da böyle olur. Kazılan çukurlar toplu gömü alanı olduğundan, oranın karbonu, kimyası doğanın en önemli zengin besin kaynağı olur.
Kan çiçeğinin tohumu ancak böylesi zengin besin alanlarında tohuma durur. Kan çiçeği mavi kelebeğin beslenme dürtüsünü tetikler ve bulut bulut mavi kelebek, kan çiçeklerinin bulunduğu alana kanat çırpıp gider.
Doğa sinyalini göndermiş ve içi yanık Bosnalı’ya kılavuz olup mezarların yerini böylece göstermiştir.
“Hakikat tespiti” doğanın kendi lisanında mümkün hale gelmiştir.
Vahşete bir biçimde komuta edenlerin bugün tanınması ve insanlığın insanlık adına bir defa daha utanması böylece olmuştur.
Ustamız Marks’a bakarsanız, utanç, insanın evriminde en devrimci duygudur.
Utanacak ne çok şeyimiz var…
Yani devrim kaçınılmazdır.