Malumun ilamı…
Laf klasik; “Korona sonrası dünya artık aynı olmayacak”…
İyi de bu müneccim olmayı gerektirmeyen bir saptama; değil mi?
Korona’nın süren varlığı bile, olgusal olarak kendi küçük dünyalarımızda meydana getirdiği değişikliklerle, “yeninin”, bir daha, yaşadığımız eski gibi olmayacağını bize çoktan öğretmiş durumda.
Öyleyse…
Soruları peş peşe sıralayalım:
O eskisi gibi olmayacak sonraki dünyayı nasıl hayal ediyoruz (?); olmasını tercih ettiğimiz dünya nedir (?) ve o dünya için tahayyüllerimiz, tasavvurlarımız ve elimizi, hangi taşın altına sokmaya olan kararlığımız nedir?
Yani, yeni ve insana değer, doğayla barış, içinde, işsizlik, açlık, sömürü ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılabileceği bir dünya için somut önerisi, eylemi falan olan var mı?
Yoksa bu kritik sorulara, televizyon önünde ve onların sabit kanal aktörlerinin, yorum ve değerlendirmelerine dayalı bir dünya kurgusu içinden yanıt arıyorsak, varacağımız yine “yandı gülüm keten helvasıdır”. Yani durum, sessiz bir kabulle, “sürü bağışıklığına” uygun adım tabi olmaya hazırlanıyoruz demektir. O zaman da, kafamıza ne tür bir don biçilirse, bu, şimdiden hepsine razıyız anlamına gelir ki, sonrasında söylenebilecek tek laf, “ağlamak yok”tur.
Sürü bağışıklığı denince…
Bu terim de pandeminin hediyesidir.
Esasında sağlıkla ilgili teknik bir terim olarak duyuldu; ama kapsayıcılığı çok geniş bir anlam alanına da yayılmış durumda.
Önce, işin klasiğine uyalım ve bakalım, bu bağışıklık türü ne memem bir tanımın içine oturuyor!
Bu “sürü bağışıklığı” işine, dünya “herd immunity” diyor. Yani işin İngilizcesi böyle…
Anlamına gelince;
“Sürü bağışıklığı, daha önce geçirilmiş enfeksiyonlar veya uygulanan aşılarla, bir popülasyonun büyük bir çoğunluğunun enfeksiyona karşı bağışık hale gelmesiyle meydana gelen ve böylece bağışıklık sistemi güçlü olmayan bireyler için de bir koruma sağlayan toplumsal bir yöntemdir. Bireylerin büyük bir kısmının bulaşıcı hastalığa karşı bağışıklık kazanması sonucu hastalığın bulaşma sıklığı düşer; bu durum enfeksiyon zincirinin bozulmasına ve hastalığın yayılmasının, yavaşlamasına ya da tamamen durmasına neden olur”…
İşte, hakkındaki tanımlar ya da tıp kökenli açıklamalar böyle uzayıp gidiyor.
Bazıları, bu terimden, “saldım çayıra, Mevla’m kayıra” veya ”ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” anlamı falan da çıkarabilir. Kısmen doğrudur da. Ne ki, sürü bağışıklığı işinde bile önemle yeri olan ve bu tür bağışıklığın oluşumunu etkileyen başta sayılacak bir husus da “aşı” meselesidir.
Şimdilik, kısaca bu tanımla yetinelim…
***
Dünya artık aynı olmayacak…
Düşünsenize, hayatı nasıl yaşıyoruz?
Yanıtı basit. Yaşam sınırlarımızın içinde, hayatın piyangosundan bize ne kadarlık bir pay ya da şans düştü ise, o kadar.
Yani sınıfsal…
Zenginlikler içine doğdu isek, hayat bize güzel…
Şu Korona günlerindeki hayallerimiz, Korona’sız bir dünyada kaldığımız yerden, zenginliklerimizin tadını yeniden çıkarabileceğimiz bir dünya hayaline gelip oturmuyor mu?
Bir de tersinden düşünelim. Şimdiye değin, bir iş garantisinin pek de doğru dürüst olmadığı bir hayatın ucuna tutunmuş, kan, ter içinde bu yürüyüşü sürdürmeye çalışıyorduk. Pandemi, sadece fiziksel bir yalıtlama oluşturmadı. Daha sona bile ermeden, dünyada diğer karşılaşılacaklarımızla beraber, “kitlesel bir işsizlik ve açlığa” düştüğümüz yeni bir karanlığın gerçekleşmesine, belki de çeyrek kaldı. Bütün ağırlığıyla görünen manzara bu ve sizce, bunun düşsel bir tarafı, var mı?
Görünen şudur ki, “oturulan yerden kalkmayı” beceremediğimiz sürece, eski yaşamın yeni sürümüne, “sürü bağışıklığı” geliştirme ihtimali de yine çok kuvvetli görünüyor. Hem de bütün dayatılacaklar ve “yeniden yenidünya düzeni” diye adlandırılacaklara ikna olmuş olarak ve hak vererek…
Sosyal bilimler açısından bakarsak, “sürü bağışıklığı” terimine “cuk” oturan bir akım ve/veya türdeş kavramlar vardır.
Kavramın kendisi “Sosyal Darvinizm”dir. Türdeşleri arasında “Malthus’çuluk” ve diğerleri bulunur.
***
Sosyal Darvinizm…
Darvin’i hatırlamamız gerekiyor.
Darvin, evrimleşmeyi açıklayabilmek için “doğal seçilim” denilen bir mekanizma vazetmişti. Buna göre: “Belirli bir türde, dış çevreye uyum konusunda daha elverişli özelliklere sahip organizmaların, bu özelliklere sahip olmayanlara göre, yaşama ve üreme şanslarının, daha yüksek olması ve bunun sonucu olarak, genlerini yeni kuşaklara aktarabilme yeteneklerinin gelişmesi “doğal seçilim”i tanımlıyordu. Böylece, dış ortama uyum sağlamakta sorunlar yaşayan bireyler ve genler, organizma popülasyonundan tasfiye edilmiş de olmaktaydı. Bu kavrama ayrıca, doğal seçme, doğal ayıklanma ya da doğal seleksiyon gibi adlandırılmalar da yapılageldi.
Darvin’in, “doğal seçilim” mekanizmasına, tıp dünyası ve biz farmakologlar da hayli aşinayız. Kanıt nedir derseniz, “antibiyotik direnci”, bunun en güzel örneklerden birisidir. Patojen mikroorganizmalar, insanlarda ve canlı türlerinde enfeksiyon diye adlandırılan hastalıklar yaratır. Antibiyotikler ise, enfeksiyon etkenlerini ya öldürür ya da üreme yeteneklerini yok ederek etkisizleştirir. Mikroorganizma, antibiyotikle ilk temasta, kitlesel olarak telef olur gider. Ancak hayatta kalabilme yeteneğini gösterenler, geliştirdikleri savunma mekanizmalarını bir sonraki yeni nesle aktarır. Bu da ilacın tesirsiz kalmasına yol açar. Yani bu konu, onun üstünde çalışanlar ve hastalarını tedavi etmeye uğraşan hekimler bakımından hayli ilginç ve zorlu bir alandır.
Şimdi soru; Darvin’in bu “doğal seçilimi” nasıl sosyalleşmiştir (?) meselesine yanıt aramaya geldi.
Terimin kendisinde, Darvin’e yüklenecek bir atıf bulunmamaktadır. Darvin’in adının, temcit pilavı gibi tekrar edilip durması, bazı sosyal bilimcilerin sınıfsal gayretkeşliğidir.
Yani, “Sosyal Darvinizm”, Darvin'in kuramının, genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Bu kuram, Darvin’in “doğal seçilim” kavramını, hareket noktası olarak alır ve onun evrim teorisini, sosyal yaşamla benzeştirerek, bireyler, gruplar, sınıflar arasında veya uluslararasındaki rekabetin insan topluluklarında, sosyal evrime neden olduğunu söyler.
Son tahlilde, “Sosyal Darvinizm”, faşizm ve nazizme yataklık yapan iki uç noktaya da varmıştır.
***
Kavramın öncüleri ve ardılları
Bu akım ya da kuramı ilk geliştirenler, Herbert Spencer, Thomas Malthus, Francis Galton gibi başkaları olmuştur. Thomas Malthus, 1803 de yayımladığı “Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında, esasen, “toplumsal sefaletin en büyük nedeninin, alt sınıflara ait olduğunu ve nüfus planlamasının üst sınıflara değil, alt sınıflara uygulanması gerektiğini” dile getirmiştir. Malthusçuluk olarak tanınan akımın da günümüze kadar uzanan hayli yoğun taraftarı olagelmiştir. Herbert Spencer, 1862'de yazdığı dokuz ciltlik “Sentetik Felsefe” kitabının üç cildini, Darvin’in evrim teorisini uyguladığı, sosyoloji bölümüne ayırmıştır. “Sosyal Darvinizm” terimi ise, ilk defa 1879’da Oscar Scmidth’in “Popüler Bilim” dergisinde yazdığı bir makalede kullanılmıştır. Her ne kadar antik çağlarda, Platon (Eflatun) ırk ıslahının devlet eliyle sağlanmasını öngörmüş ise de Sosyal Darvinizm’in bir sonucu olarak şekillenen “ırk ıslahı” veya “öjenik” kavramının babası Francis Galton olarak bilinir. Fransa hükümeti, 1900'lü yıllarda, psikolog Alfred Binet'e, zihinsel özürlü çocukları, diğerlerinden ayırma görevi vermiştir. Öjeniyi, Almanya'da ilk benimseyen ve yayan kişi ise, 1919’larda ölen ünlü evrim biyoloğu Earnst Haeckel olmuştur. Haeckel’in en önemli takipçisi de bunu resmi devlet politikasına dönüştüren Adolf Hitler’dir. İtalya’nın faşist öjenik uygulamalarının görüldüğü tarih, Mussolini’nin 1935 sonrası işgal ettiği Etiyopya’da, yaygın olarak gerçekleştirdiği soykırımlarda görülmüştür. ABD’de, evrimci ırkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, “İnsan Irklarının Evrimi” başlıklı bir makalesinde, ortalama bir zencinin zekâ yaşı, Homo Sapiens türüne ait, on bir yaşındaki bir beyaz çocuğun zekâsına ancak ulaşabilir diye yazabilmiştir. Bakıldığında, bu ülkedeki hem zenci düşmanlığının ve hem de ırk ıslahının temelinde, öjenik kavramının yattığı, çıkarılan eyalet yasalarının 1960’lara kadar yürürlükte kalmasından da anlaşılabilmektedir. 1907’de Indiana eyaletinde kabul edilen bir kanunla zekâ özürlü, sağır ya da körler, zorla kısırlaştırılmaya başlanmıştır. 1909'da Washington ve Kaliforniya eyaletleri benzer bir yasayı kabul etmiştir. 1927’de Virginia eyaletinde, zekâ özürlüler, yasayla kısırlaştırılmışlardır. Bu uygulamalarla, ABD’nin pek çok eyaletinde toplamda altmış yedi bin insan kısırlaştırılmıştır. 1944’de, yani II. Dünya Savaşı sırasında, Amerikalı tarihçi Richard Hofstadter’in “Amerikan Düşüncesinde Sosyal Darvinizm” adlı kitabında, bu kavram kullanıldıktan sonra da terim gündemden düşmemiştir.
Kısacası, Sosyal Darvinizm’in diğer sosyal değişiklik kuramlarından farkı, değişikliğin biyolojik alandan sosyal alana aktarılmasında yatar. Yani konunun ilginçliği ya da ırkçı anlayışları tetiklemesi, pek çok felsefi, etik tartışmaya ve araştırmalara da neden olagelmiştir.
***
Dönelim “sürü bağışıklığına”…
Korona günlerinde “sürü bağışıklığı” terimini ilk kullanan İngiliz Başbakanı Boris Johnson olmuştur.
İnsan topluluklarının “sürü” diye adlandırılması, bilinçaltı olduğunu varsaysak bile, adeta “Sosyal Darvinizm” akımının, öncül ve ardıllarının bir izdüşümünü yansıtmaktadır.
Ne yazık ki, bu Korona günlerinde, bizden bir örneğini de de duymuş olabildik. Konuyla ilgili bir bilimci ve otorite, bir televizyon programında, çok tartışmalara neden olan şöyle bir ifade kullanabilmiştir: “Eğer nüfus artışı böyle devam ederse, insanlar ekmek bulamaz. Allah nasıl bir mekanizma ile ayarlamış bunu? İnsanlar belli bir ortalama yaştan fazla yaşayamaz. Bu neyle sağlanır? Allah bakteri yaratmış.”
Pandeminin başlangıç dönemlerinde, o merkez ekonomiler denilen kimi ülkelerin, televizyon ekranlarından yansıyan manzaralar, henüz çok tazedir. Yoğun bakım ünitelerindeki sıkışıklık ve hele solunum cihazlarına olan ihtiyaçların karşılanamamasına ilk tedbir, 80 yaş üstü olanların ünitelere sokulmaması, 60-70 yaş grubu hastalarda ise enfeksiyonun yanı sıra başka kronik rahatsızlıklar var ise, yine ünitelere kabul edilmemesi “sürü bağışıklığı” kavramının “Sosyal Darvinist” tezahürlerini, nasıl da anılarımıza kazımıştır.
Salgın, kapitalist emperyalizmin koşullarını zorladığında, ölümle insan temizliğinin adına, “sürü bağışıklığı” demekte bir beis duyulmaması, kavramsal olarak, nüfus ıslahının beyinlere bir çimento gibi döküldüğünün bir kanıtı mıdır; acaba?
Demek ki bir şeylerin mutlaka değişmesi gerekiyor!
Kaderi elde tutmanın iradesi, biz sıradan insanların buna sahip çıkmasına bağlı!
Ne demeli, haydi…
Ama nasıl?