Nedir bu "toplumsal travma"?
Adalet duygusunu ne zaman ve neden kaybettik? Zaten hiç yok muydu?
Dört yanımız düşmanlarla mı kaplı? Düşmanımızı kendimiz mi yarattık?
TRAVMA; İDEOLOJİK MAYMUNCUK
Bu konuda son söyleneceği ilk söz olarak söylemekte sakınca görmüyorum: toplumsal travma, hatta travma kavramı neoliberal dönemde yıldızı parlamış, parlatılmış, solun liberal dünya görüşüne uyarlanmasında büyük işlev görmüş bir kavramsal maymuncuktur.
Bu maymuncuğun işlevi en çok da konuşma ve haber dilinde ortaya çıkar. Bir haberde belirdiğinde veya bir tartışmada kullanıldığında gerçekte kavramın sınırları aşırı muğlak olmasına rağmen herkes anlaşmış gibi yapar.
Hele de toplumsal meselelerde bir geçiş alanı sunar bu kavram. Sol ve sağın aynı iştahla kullandığı bir başka kavram seti bulmak güçtür: travma, yüzleşme vesaire ... Unutmayalım yeni sağ asıl ideolojik yükselişini açılım süreçleriyle bu geçiş alanına borçlu. Soldan aldığı destek de aynı dönem tepe noktasına ulaşmıştı.
Bu kavram seti solda ideolojik olarak da bir dönüşüme yol açtı. Sovyet döneminin toplumsal gerçekçiliği yerine deyim yerindeyse 'psikolojik gerçekçilik' diyebileceğimiz bir insan anlayışı solu gerçek mecrasından, üretim ilişkilerinden, sınıftan uzaklaştırdı.
Özellikle akademideki solcu emeği kimlik inşalarında toplumsal travma benzeri ruhsallık bilgilerinden devşirilmiş kavramların istismarına yapışmış durumdaydı. Bir ara ruh sağlığı alanında, sonrasında toplumbilimde filan, travma çalışmakla solculuğun özdeşleştiği de oldu. Kartvizit gibiydi travma çalışmak ...
Kimlik söylemi bir sınıf kaçkınlığıdır. Geldiğimiz noktada bunun böyle olmadığını söyleyen varsa geriye dönüşsüz biçimde kendini bu söylemle var ettiği için olsa gerek... En iyicil yorum bu olur.
Solun kimlik söylemine yapışmasının asıl sonucu ise sınıfın kitleleşmesi ve soldan kopuşu oldu. Çünkü kimlik siyaseti neo-liberalizmin asıl kaldıracıydı.
Sınıf örgütlüdür ve bilinçle, bellekle devinir. Kitle ise örgütsüzdür ve bulaşıcı heyecanlarla duygularla devinir.
Elbette bu şu demek değil; ruhsallık bilgisinde travma kavramı değersizdir. Bunu söylemek devasa deneyim ve bilgiye haksızlık olur. Söylemek istediğimiz bu kavramın siyasal - ideolojik kötüye kullanımına dairdir. Bu kötüye kullanımın en bildik düzeneği; bakışı zulmediciden çekip kurbana odaklamaktır.
Velhasıl sorular geldikçe yazarız. Çünkü bu pilav daha çok su kaldırır...
ADALET; SAĞ PARTİLERE AD OLMUŞ BİR KADIN ADI
Köyde şöyle veya böyle vardı. Özellikle bu duygunun bir grupta varlığının en önemli belirtilerinden biri dayanışmadır. Vardı bu.
Fakat şehre gelmiş, sınıfsal olarak örgütlenmesinin, daha doğrusu köylülükten diyelim ki proleterliğe geçişinin önü tamamen kapatılmış kitlelerde ise yeşeremedi.
İslamcı siyasetin epeyce toplumsal pratiğe dönüştürdüğü sadaka kültürü ile de yerleşemiyor, çünkü o da on altı milyonluk metropollerin değil kasaba ölçeğinin pratiği…
Türkiye’de adaletin, yani yasanın, güçlü güçsüz, zengin yoksul, yasanın koruyucusu-uygulayıcısı ya da yurttaş, herkesi eşit derecede bağladığı duygusu, düşüncesinin büyük zedelenmesi 24 Ocak / 12 Eylül Darbesi’yledir. Büyük ‘travma’ budur. 24 Ocak 1980 tarihi 12 Eylül tarihinden daha yıkıcıdır. AKP, bu iki günün çocuğudur.
Bu iki tarihin tüm hedefi devletçi sermayecilikten neoliberal sisteme dönüşümdür. Bu dönüşümün mümkün olan en az itirazla gerçekleşmesidir. İtiraz edeceklerin bertaraf edilmesidir. Solda bile 12 Eylül’e taraf olan adların pozisyonunda zerre değişim olmamıştır.
Adalet, bu arada kadın adıdır. Bi’at ve Öfke’de yazmıştım; adalet, selamet, fazilet, saadet… hatta bu dönüşümün öznesi olan partinin Ana-vatan adını alması… yıllar öncesinin adalet adının AKP’de yeniden dönüşü… öyle.
Toplum olarak epey güçlü dip-dalgaların etkisi altındayız da… Bu nedenle de belki, hep bir baş dönmesi gibi yaşıyoruz meselelerimizi.
DÜŞMANCA TUTUM; EFSANE VE ÇÖL
Öncelikle bu söylemde en tehlikeli olan şey olağan karşıtlığın, rakipliğin, rekabetin düşmanca bir çağrışıma kısa devre yapması. Her devlet, her halk kendi çıkarını elbette savunacak… Burada büyüklenmeci bir doyum içindeyiz de. Yedi düvel bize karşıysa değerimizi düşünün!
Fakat bu kısa devrenin toplumsal bir sonucu var; buna yaslanarak günü kurtarmak… Efsaneyiz efsane… bir şarkıydı sanırım. Asıl sonuç ise çölleşmedir. Rekabeti tanımayan, rekabete giremeyen, rekabeti kabul edemeyen gelişemez de.
Sol için, kardeşlik duyumunu bir kültüre dönüştürmek bu nedenle de önemli. Kardeşlik sadece birbirini sevmek değildir. Gerçek gelişimin, mümkün dünyaların en güzelinin düşmanlaştırılmamış bir rekabetle ivme kazandığını bilmektir.
Öte yandan bu bize özgü de değil. Sağcılık çıkmazına girmiş her halk, her devlet düşman bulmak, yoksa yaratmak zorunda.
Çünkü bütün kutsallar, ötekinin nasıl ‘kirli’, eksik, düşkün olduğu söylemiyle güne başlar. Sağcılık ise günahlarını yüceliklerle, kutsallarla örter ve en nihayetinde her sağ siyaset tüm o geçmişi geleceği kuşatma iddiasına rağmen günü kurtarma siyasetine çözülür.
Tanıdık değil mi!