Geçtiğimiz hafta gündeme damgasını vuran gelişme S-400 teslimatının başlamasıydı.
Bir süredir gündemde olan konu, teslimatın fiilen başlamasıyla birlikte yapılan yorumları biraz daha uçlara taşıdı. Doğu Akdeniz’deki yeni gerilim kaynağı da buna eklenince sorular birbirini izledi: Rejim sürekli olarak ilişkilendirildiği batılı güçlere artık rest mi çekiyordu? Türkiye, yıllar önce soğuk savaşla birlikte yaptığı bir tercihten vaz geçip mevcut dünya dengelerinde kendine yeni bir konum mu belirliyordu? Hatta saf mı değiştiriyordu?
S-400 konusunun etkileri sınırlı kalacak sıradan bir tercihten ibaret olmadığı açıktır; Doğu Akdeniz’deki gerilimin ise ciddi boyutlar taşıdığını kimse inkâr edemez. Ne var ki bunlardan hareketle Türkiye’de mevcut rejimin “tarihte yeni bir sayfa” açacak ölçüde radikal bir adım attığını, eski bağlarından koptuğunu düşünmek hiç de gerçekçi olmayacaktır.
Bizce durum böyle değildir.
***
Birincisi: Uluslararası konumlanışta kesinlik taşıyan tercih değişiklikleri, Türkiye dâhil bölge ve/ya da dünya ölçeğinde etkili olabilen aktörlerin son derece pragmatist politikalar izledikleri koşullarda mümkün olabilecek bir şey değildir. Büyük güçler arasındaki dengelerin sürekli oynadığı, birlikte “blok” oluşturan güçlerin kendi aralarındaki ayrımların öne çıktığı, giderek “en süper” gücün bile nerede ne yapılması gerektiği konusunda kendi içinde ayrıştığı bir ortamda Türkiye gibi ülkeler çatlaklardan yararlanmak için inisiyatif sergileyebilirler; ama radikal tercih değişikliklerine gidemezler.
İkincisi: Genellikle soğuk savaşla, NATO üyeliğiyle başlatılır; ama Türkiye’nin batıyla merbutiyeti daha eskilere giden bir tarihçeye sahiptir. Batı, en azından 1800’lü yılların başından itibaren Türkiye için hep bir cazibe merkezi olmuştur. Ardından, ülkede sermaye sınıfının gelişip söz sahibi olmasıyla birlikte bu angajman ayrıca sınıfsal bir nitelik de kazanmıştır. Dolayısıyla, bir iktidarın, bir rejimin herhangi bir uğraktaki tercihinden değil de kapitalist bir ülkenin “ontolojisinden” söz edeceksek, böyle bir ontolojinin batıyla ipleri koparması mümkün değildir.
Üçüncüsü: “Batı” denilen merkeze alternatif sayılan her ne ise (“doğu”, “Avrasya”, vb.) burası Türkiye’nin özellikle dış politika alanında flört edeceği, belirli yakınlaşmalar sergileyeceği bir yer olabilir; ama gerek sermaye sınıfının yerleşik bağları gerekse bunca yılın ardından çökelmiş siyasal, ideolojik, idari ve kültürel yapılanmalar açısından bir cazibe merkezi olamaz.
Dördüncüsü: Yukarıdaki üç başlık tarihsel-yapısal kimi özelliklere işaret etmektedir. Ancak, konjonktür ve güncel siyaset açısından bakıldığında mutlaka dikkate alınması gereken bir gerçek daha vardır: S-400 ve Doğu Akdeniz’deki gerilim, Türkiye’nin “kendine yeni bir yer aramasından” çok mevcut rejimin güncel siyasal hesaplarıyla ilgili bir yere oturtmaktadır.
Anlatmaya çalışalım:
Türkiye’de mevcut rejim ve iktidar bloku bir süredir eğreti durmakta, güç yitirmektedir. Dahası, bu blokun baş aktörü kendi içinde ayrışma sürecindedir. İşte bu noktada S-400 ve Doğu Akdeniz gerilimi gibi durumlar rejimin kendini “milli dava, milli çıkarlar” ekseninde yeniden toparlaması ve karşısındaki muhalefeti etkisiz kılması için bir fırsat olarak düşünülmektedir.
Tasarlanan, bir tür “kazan-kazan” durumudur: Rejim, muhalefeti “milli çıkarlar” adına belirli ölçülerde yanına çektiğinde siyasal önderlik vasfını (her şeye rağmen) sürdürdüğünü göstermiş olacak, mesafeli duranlar olursa onları da “siyasal hırsları için milli çıkarlara yüz çevirmekle” suçlama fırsatlarını bulacaktır.
***
“Bölücülük” teması eskisi kadar etkili değildir; “Yenikapı ruhu” geride kalmıştır; “FETÖ karşıtlığı” her niyete yenilen bir muz olarak yavanlaşmıştır…
S-400 meselesiyle Doğu Akdeniz gerilimi ise taze bir siyasal manipülasyon arası olarak elde hazır durmaktadır.
Sonuç olarak, bu konuların, “Türkiye’nin köklü bir tercih değişikliğiyle yeni bir konum alması” gibi tezlere fazla itibar etmeden iç politika hesapları bağlamında değerlendirilmesi bizce daha yerinde olacaktır.