Beyin deyince aklımıza ne gelir?
Kafatasının içinde olan ve kafamızda taşıdığımız anatomik organımız; değil mi?
Öyle bir organ ki, vücudumuzun orkestra şefi olduğunu düşünürüz. Her şeyi idare eden, hem içsel duygu ve düşüncelerimizi ve hem de dışsal her türlü uyarıyı algılayan ve onlara cevap üreten muhteşem bir öz.
Belleğimiz orada! Düşünmeyi onunla gerçekleştiriyoruz! Duyguların renkli spektrumunda her türlü dalgalanmayı, valsten, tangoya o beyinle sağlıyoruz ve gibi gibi…
Oysa bedende, bugün ayrıntılarını keşfettiğimiz, kafamızdaki beyinden başka iki beynimiz daha var. Birisi “kalp beynimiz”, diğeri ise “barsak beynimiz”. Kalp beynimiz muhteşem ve kendine özgü bir sinir sistemini barındırıyor ve kimi sevgi duygularımızı ve vicdanımızı nesnel olmamakla beraber çoğu kez kalbimizle ilişkilendiriyoruz. Barsak beynimiz ise, vücuttaki hücrelerin kat be katını barındırdığımız ve simbiyotik bir yaşam sürdürdüğümüz mikroorganizmaların bulunduğu ve onların yönetimine göre yönetildiğimiz, başka bir beyinsel alan ve ona mikrobiyota da diyoruz…
Yani bu üç beyin bir orkestra gibidir, sinir hücresi dediğimiz milyarlarca nöronun, harmonik bir senfoni üretmek için işbirliği yaptığı -senkronize (eşzamanlı) çalışan ve duruma göre sürekli değişen bir nöron-mikroorganizmal yapı ağını bir araya getiriyor.
Şimdi bu beyinlerimizden ilkine dönelim ve kafa beynimizin de esasında bir “triune” olan yapısına bir göz atalım.
Önce “triune”…
Triune, İngilizce bir kelime.” Trinity” kelimesinin sıfat hali. Türkçeye çevirirsek “bir de üç olan” anlamını taşıyor. Yani tek bir yapı ve beynin bölümlerine göre, üç işlevsel beyin fonksiyonun düzenlendiği kısım ve bu haliyle kafa beynimizin, üç beyin denebilecek bir yapısal kurgusunu tanımlıyor…
Ne mi bunlar (?) sorusuna geçmeden önce, şunu da vurgulamalıyım ki “trinity” “teslis” anlamına gelen dinsel bir kavram. Yani Hristiyan inancındaki kutsal üçlemeyi (baba, oğul, kutsal ruh) ifade ediyor.
İslam inancının içinde de bir tümce olarak yer alır; “Allah’ın hakkı üçtür” diye... Yorumunu, bu işlerden anlayan âlimlerine bırakayım.
Dönelim kendi sorumuza!
İnsan beyninin evrimsel katmanları…
İnsan beyninin anatomisi, ilk bakışta çok karmaşık ve kafa karıştırıcıdır. Birçok kıvrımı ve çakışan yapıyı içerir. Her simetrik, asimetrik girinti ve çıkıntının ne anlama geldiği, hangi fonksiyonları düzenlediği hem merak hem de bugün için bilebildiklerimizin dışında, halen keşfedilmeyi bekleyen bir giz konusudur. Ancak, diğer herhangi bir organın veya organizmanın anatomisi gibi, beynin anatomisi de, onu oluşturan evrimsel süreçler ışığında incelediğinizde, çok daha net ve anlamlı hale geliyor.
Yani şu kimilerine göre hiç olmayan, “ah şu evrim” meselesi, burada da bilimin bir gerçekliği olarak karşımıza çıkıyor.
Muhtemelen beynin evrimsel tarihi ile ilgili, yapısını anlamak için en iyi bilinen model, nörobilimci Paul MacLean tarafından geliştirilen ve 1960'larda çok etkili hale gelen ünlü “triune beyin teorisi”dir. Bu modelin, çeşitli unsurlarının, daha yeni nöroanatomik çalışmalar ışığında gözden geçirilmesi gerekmekle birlikte, ilk tanımlandığından bu yana, halen geçerliliğini ve tutarlılığını koruyan görüş halen MacLean’e aittir. Öz olarak, MacLean'ın orijinal modeli, evrim sırasında art arda ortaya çıkan üç farklı beynin ayırt edilmesine dayanıyor. Buna “triune beyin” denmesi de bir beyin yapısı içinde evrim basamaklarında gelişerek ortaya çıkmış ve fonksiyonel olarak farklı işlevleri içinde barındıran üç ayrı beyin yapısına işaret etmesidir.
Şöyle sıralanıyorlar:
Sürüngen beyni: İlkel beyin de denen ve üç beyin yapısının en büyüğü olan sürüngen beyni, nabız, nefes alma, vücut ısısı ve denge gibi vücudun yaşamsal fonksiyonlarını kontrol ediyor. Sudan karaya, “sürünerek çıkan” ilk yaşam biçimlerindeki var olan beyin de bu. Sürüngenin İngilizcesi olan “reptile” kelimesinin baş harfi “R” ile anılıyor. Sürüngen beynimizin ilişkilendiği “R-kompleks”te, bu beyne ilişkin, dürtü farklılıklarının işareti sayılıyor. Sürüngen beynimiz, sürüngenlerin beyninde bulunan ana yapıları içerir: Bunlar, beyin sapı, beyincik ve bütünün içindeki bazal gangliyonlardır. Sürüngen beyni, içerdiği yapılar ve çeşitli otonomik fonksiyonların sürdürülebilmesi bakımından, biraz katı ve kompülsif eğilimde olmakla beraber güvenilirdir. Paul MacLean, “Triune beyin modelini” tanımlarken, bazal gangliyonların ve ön beyin tabanındaki bazı çevre yapılarının saldırganlık, hakimiyet, bölgesellik ve ritüel (ayinle ilgili) göstergelerde bulunan 'tür-tipik' davranışlardan sorumlu olduğunu da önermiştir.
Limbik beyin: Evrim basamağında, ilk memelilerde ortaya çıktığı kabul edilebilir. Limbik sistem, hoş ya da hoş olmayan deneyimler üreten davranışların anılarını kaydeder. Bu nedenle, insanlarda duygu denilen davranış ögelerinden sorumludur. Limbik beynin ana yapıları hipokampus, amigdala ve hipotalamustur. Limbik beyin, genellikle bilinçli ya da bilinçsiz davranışlarımız üzerinde, güçlü bir etki yapan değer yargılarının merkezidir.
Neokorteks: Bir benzetme olarak modern beynimiz, ilk olarak primatlarda önem kazanmıştır ve böyle baskın bir rol oynayan iki büyük serebral hemisferin varlığıyla, insan beyninde doruğa da ulaşmıştır. Bu yarımküreler, insan dilinin, soyut düşüncenin, hayal gücünün ve bilincin gelişmesinden sorumludur. Neokorteks esnektir ve neredeyse sonsuz öğrenme yeteneğine sahiptir. Neokorteks aynı zamanda, insan kültürlerinin gelişmesini de sağlayan, nasıl söylesem, şeyin şeysidir…
Kılıç hutbesi ve dominant R-Kompleks…
Şu R-Kompleks meselesini biraz açmak gerek.
“Herkese Bilim ve Teknoloji''de, Bozkurt Güvenç Hocamız konuyla ilgili, daha önceleri bir makale yazmıştı (*). Oradan birkaç satırbaşıyla özetleyeyim:
“Sürüngenler düzeyindeki ilkel memeli içgüdülerin, uyarılıp canlandırılması ve çağdaş toplumlarda akıl ve mantık dışı yönetim ilişkilerine yol açması…” R-Kompleksi tanımlıyor. Yani sürüngen tipi kompleks “…dilimizde ‘aşağılık ve üstünlük kompleksi’ olarak bilinen, karmaşık ruh halini temsil ediyor”.
Bozkurt makalesinde, bu ilkel ruh halinin, iktisadi ve kültürel olarak geri kalmış toplumlarda normal bulunduğunu ifade ediyor. Oysa sosyologlar açısından, İtalya ve Almanya gibi bilim, sanat ve felsefeye katkılar yapan, ünlü kişiler yetiştiren gelişmiş kültürlerde neden/nasıl ortaya çıktığına ilişkin (despotizm, otoriter ve diktatoryal baskıcılık, soykırımcılık, faşizm, Nazizmin nedensellik çözümü bakımından) yapılan araştırmalarda, MacLean’ın sürüngen beyin modelinin referans alındığını ve böylece toplumsal ruh-sağlığı sorunlularının incelendiğini belirtiyor. R-Kompleksin de üç aşamada yaratıldığını ifade ediyor. Buna göre:
- “Toplum ve bireyler, önce “Biz ve onlar veya ötekiler” gruplarına bölünüyor.
- Ardından, korku ve dehşet kültüründe yaşamaya zorlanıyor.
- Karşıt gruplara bölünen ve çatışmalar içinde bunalan toplum, zalim düşmanlara karşı ilkel bir birlik ve bütünlüğe sığınıyor.
Gelelim hutbeye:
Ayasofya’nın ibadete açılması tam bir “Fetih ritüeli”nin yeniden yaşatılmasına sahne oldu. Diyanet işlerinden sorumlu zatın, mimberde kılıçla hutbe okuması, eski geleneklerin bir canlandırılması olarak tevarüs ettirildi (kalıt olarak birinden ötekine kalmak).
Ritüelik davranış ögeleri, R-beynin bir tezahürü. Hutbe, okunan lanetle ilgili olarak, ayrıca bir saldırganlık içeriyor. Bu da R-beyne ilişkin başka bir özellik. Bu ritüel, sözel olarak isim vermemesine karşın, son derece açık ve anlaşılabilen bir kimliğe atıfta bulunuyor ve böylece toplum ve bireyleri gruplara bölücü bir işleve de sahip oluyor.
Sonra yazılı bir açıklama okuyoruz. Hutbe okuyucusu, vakfiye şartının bozulmamasının geleneksel usulünün, toplumda bir korku oluşturmak suretiyle caydırıcılık taşıması gerektiğini belirtiyor ve bunu da geçmiş için söylemediği, geleceğe ilişkin olduğu cihetiyle tevil ediyor.
Tabii bu anlatılanlar, çağdaş insanımızın neokorteksine hiç hitap etmiyor. Nedenine gelince; okunan lanet, fiil olarak zaman kavramında zaten hep gelecekte bir edimi içinde barındırır ve fakat “yapılırsa ya da yapıldığı takdirini” içerdiğinden, geçmişi de her zaman içinde barındırır. Bari sözün arkasında durulsaydı dedirtecek bir beyinsel davranış yetmezliği mi yoksa?
Geçen haftaki yazıda da yazmıştım. Suya yazar gibi bir daha tekrar edeyim. Ayasofya’nın müze olma hikâyesi, Montrö Boğazlar şartının yerine getirilmesinde, genç Cumhuriyetin elindeki en önemli koz olmuştur. Boğazlar meselesi halledildikten sonraki birkaç ay içinde de lanet okunan yöneticiler, Ayasofya’yı tapuya tekrardan camii olarak tescil ettirmişler ve vakfiyesini de tapuya kaydettirmişlerdir.
Lozan Anlaşması'nın 97. yıl dönümü olan 24 Temmuz'da, Kurtuluş Savaşı'yla kazanılmış Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm değerlerinin sonuna gelindiği, sokaktaki gösterilerle ve hilafet-şeriat çağrılarıyla gündem edilmiştir.
Buna, aklı başında her yurttaşın bir itirazı olmalıdır.
*Meraklısına not:
-Bozkurt Güvenç, R-Kompleks, 21 Nisan 2016, https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/bozkurtguvenc/r-kompleks