Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan günümüze uzanan dönemde dünya, sosyalist sistemin varlığı, kapitalist ülkelerde sömürülen ve ezilen kesimlerin mücadeleleri ve kapitalizmin kendine çekidüzen verme ihtiyacı gibi etkenler sonucunda “uluslararası sözleşme” denilen belgeler üretmiştir.
Bu belgeler, yukarıda değinilen etkenlerin bileşik sonucu olarak ortaya çıktığından bir anlamda “açık uçlu” özelliktedir. Başka bir deyişle, egemen sınıflar bu belgelerde yer alan hükümleri kendi çıkarlarına göre yorumlayıp öyle uygulayabilecekleri (ya da uygulamayabilecekleri) gibi, sömürülen, ezilen, dışlanan, ayrımcılığa maruz kalan toplum kesimleri de aynı hükümleri kendi mücadelelerine dayanak yapabilir.
Dolayısıyla bu sözleşmelerin daha en başından egemen sınıfların çıkarlarına göre yapılandırılmış, emperyalizmin ülkeleri istediği gibi şekillendirmede araç olarak kullanabileceği içerikte hazırlanmış belgeler olduklarını düşünmek sağlıklı bir yaklaşım değildir. Kuşkusuz burada sermayeyi temsil eden kuruluşların ekonomik ve ticari faaliyetlere ilişkin belgelerinden değil, Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların özellikle “haklara” ilişkin sözleşmelerinden söz ediyoruz.
Bu arada hatırlatalım: Haklara ilişkin “insani” sözleşmelerin 1991 yılına kadar benimsenenlerinde zamanın sosyalist ülkelerinin de imzası vardır; bugün Küba bu sözleşmelere taraftır ve gene bugün örneğin Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi Komitesi’nde Çin Halk Cumhuriyeti’nin de bir temsilcisi yer almaktadır.
***
Türkiye solu, başka alanlarda o kadar olmasa bile “emperyalizmin oyunları” konusunda son derece hassastır.
O kadar ki Türkiye solunun önemlice bir kesimini, 1920’den başlamak üzere ülkenin yüz yıllık tarihine damga vuran önemli siyasal olaylarda iç dinamiğin emperyalizmin oyunları kadar ağırlıklı bir yer tutabileceğine ikna etmek mümkün değildir. Örneğin sorsanız, batının tepemize dikilip bizi ille de NATO’ya girin ve Kore’ye asker gönderin diye zorladığını söyleyenler mutlaka çıkacaktır.
Hal böyle olunca insan haklarına ilişkin en “masum” uluslararası sözleşmelerde bile bir “bit yeniği”, yani emperyalizmin-kapitalizmin bir “oyununu” bulmak hiç de güç değildir.
Irk Ayrımcılığının Her Biçiminin Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi, İşkenceye Karşı Sözleşme, İstihdamda Asgari Yaş Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi, İş Güvenliği ve Sağlığı Sözleşmesi gibi uluslararası belgeler bu gözle incelendiğinde isteyen “Türkiye’ye karşı” neler bulunur neler…
Örneğin bu ve benzeri belgelerde bağımsızlıkçı duyguların köreltilmesine ya da “çocuk hakları” kisvesi altında çocukların terörist eylemlerde kullanılmasına yeşil ışık yakılıyor olabilir… İşkenceye karşıyız derken bölücü-terörist örgütlerin çökertilip bertaraf edilmeleri engellenebilir… Kimi sözleşmeler sosyalizm karşısında “sivil toplumculuğu” ve işçi sınıfı hareketi yerine “yeni toplumsal hareketleri” parlatmak için hazırlanmış olabilir… Ya da asıl murat edilenin, üretim maliyetlerini yükselterek Türkiye gibi ülkelerin uluslararası rekabetteki avantajlarını ortadan kaldırmak olduğu söylenebilir…
Hele bir de Türkiye’nin “üretim devrimi” eşiğinde olduğu sağda solda duyulmuşsa…
***
Şimdi…
İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’nin başına “emperyalist zabıta” diktiği iddiası savunulacaksa, aynı iddia az önce örneklenen sözleşmeler için de savunulmalı, bu sözleşmelere de karşı çıkılmalıdır. Uluslararası sözleşme hukuku açısından İstanbul Sözleşmesi ile diğerleri arasındaki fark, birinin Avrupa Konseyi’ne, diğerlerinin ise Birleşmiş Milletler ve kuruluşlarına ait olmasıdır.
İşin içinde “zabıta” falan da yoktur.
Bu sözleşmeler “yaptırımcı” yanıyla değil “tavsiyeci” yanıyla, zemin oluşturucu işleviyle öne çıkar. Sonra, söz konusu sözleşmelerin, bir ülkenin kendi içindeki mücadeleleri ve bu yolla ulaşılabilecek daha ileri noktaları engelleyici etkileri de yoktur. Örneğin belirli haklar söz konusu olduğunda bir ülkenin iç hukuku, taraf olunan uluslararası sözleşmeden daha ileri hükümler içeriyorsa o ileri hükümler geçerli sayılır.
O zaman, uluslararası sözleşmeler seni rahatsız ediyorsa, bu sözleşmelerde ülkenin başına “zabıta dikilmesi” gibi bir olumsuzluk görüyorsan, kendi ülkende daha ileri bir iç hukuk oluşturulması için çalışırsın olur biter…
Bir ülkede, ama belki de en başta Türkiye’de, ulusalcılığın gidebileceği yerlerin liberalizmin gidebileceği yerlerden “daha masum” sayılması, solun mutlaka terk etmesi gereken bir yanılsamadır.