İleri Haber’de, Can Soyer kendi köşesinden dün böyle sesleniyordu…
Yazıda Akkuyu nükleer santrali konu ediliyordu…
Sadece Akkuyu mu? AKP’yle birlikte, neo-liberalizmin daha da pik yapan halk düşmanlığı örnekleri sergileniyordu…
O nedenle de, “sizi yıkmadan ölmeyeceğiz” deniliyordu…
Doğru tespittir; acildir; zaruridir ve Haziran’da yitirdiklerimize verilmiş sözümüzün arkasında durmak da fevkalade mecburidir…
Bahse konu olan nükleer işine yeniden bakacak olursak…
Akkuyu, şu sonuncusundan bir önce olanıdır ve Ruslara ihale edilip parsa teslimatı yapılandır…
Hatırlayın bakalım; hadise, 31 Mart'ı 1 Nisan’a bağlayan gece yarısı operasyonu ile kotarılmıştı…
Hem de akıllara zarar bir senaryo ile tezgâh üstüne taşınmıştı…
RTE’nin, enerjiye ve acilen nükleer santrallere ihtiyacımız var diye, irade beyanında bulunduğu 31 Mart kâbus gününde, Meclis’e bir gece yarısı operasyonu dayatılmış ve şapkadan Japonlara ihale edilen Sinop nükleer santrali çıkarılmıştı…
Yani o meşum günün gündüzünde, neredeyse bütün ülkeyi vuran bir elektrik kesinti olmuş ve günün gecesinde de, üçüncü santral işi, adeta ‘el çabukluğu marifet’ dedirtircesine şıpın işi halledilivermişti…
Sonrası mı; Allahın bir yetkili ve sevgili kulu da çıkıp, necip milletimize kesintinin nedenini halen anlatıvermiş de değildir…
***
Gazete de bir haber, “ilaç beklerken acılar içinde öldü” diyor…
Seyyar satıcılık yapan Necati Aslan’ın hazin sonundan bahsediyor…
Lenf kanseri tedavisi gören hastaya hekimler “nivolumab” etkin maddesini içeren “Opdivo” adlı ilacı reçete ediyor. Böylece, hasta yakınları için bürokrasinin dolambaçlı dehlizlerinde bir koşturmaca başlıyor.
İlaç İthal; yani TEB (Türk Eczacıları Birliği) dışarıdan getirtecek. Üç aylık kür bedelini 39 bin dolar diye hesap ediyor. Sağlık Bakanlığı geri ödenmesine onay veriyor; ne ki SGK, “Bedeli ödenecek ithal ilaçlar” listesinde yok diye hasta yakınlarını geri çeviriyor.
Umutlar tükeniyor; imdat istekleri falan… Yoksa bir duyan olur mu çabaları…
Yani çaresizlik, acı diz boyu… Bir çeken bilir…
Ve…
Korkunç son, eşikte bitiveriyor. Acılar içindeki Necati Aslan göçüp gidiyor…
Lenf kanseri ölüm istatistiklerine bir kişi daha ekleniyor…
Ne beis…
Bir de gazetedeki fotoğraf geriye kalıyor. Babasının koltuğuna girmiş, gülen güzel bir oğul sureti; babanın yokluğunun ve yalnızlığın yeri doldurulmaz resmi olarak oradan öylece bakıyor…
AKP’nin reislerine bakarsanız Türkiye sağlık işlerinde devrim yapıyor…
***
Hepimizin bir kendi hikâyesi var…
Neredeyse topumuzun birbirine yakın ya da benzer olan kanıksadığımız öyküleri…
Haksızlıklara, adaletsizliklere dair…
Bazen içinde küçücük ümitler barındıran…
Çoğu kez tiranların gücü karşısında, yalnızlıklar ve çaresizliklere dair…
Sonra hep, kendimizi bir başımızı kurtarma çırpınışlarıyla bezenmiş…
Ve sonra bildik ve sonra ötekilere dair umursamadıklarımızla dolu yaşantı kesitleri…
Sokağın ortasında ama bir başına geçip giden ömürler…
Akşamı kapıya kapatacak bir ev arayışları
Ve her şeyi hep dışarıda bırakmanın güvencesinde olma düşleri…
Ama sür git böyle olmuyor ki…
Bu tiranlıkları yıkıp gitmeden ölmek hiç birimize yakışmıyor ki…
Yani, bu kez hayır…
Yani Haziran’dan bu yana yarınlara ortak sözümüz var…
***
Haksızlık demişken…
Haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe bütün haklılık, hukukluluk ve aydınlığıyla direnmesini bilenlerin de izleri var kimi ayrıntılarda…
Bu gün ardına sokamadıkları Foça’nın demir kafesinden, Rennan’ın tahliyesi var…
Gıcırdayan kapılar kapanmaya değil, Rennan için açılmaya duracak…
Yüzünün olanca güleciyle ve kafasının içinin büyün aydınlığınca, Rennan içerinin özgürlüğünden, dışarının mahpusluğuna karşı, mücadele etmek için yeniden kapının önüne adım atacak…
Rennan bir bilimci, galaksilerin öykücüsü olarak, içeride biriktirdiklerini, dışarıda bizlerle paylaşmak adına kaldığı yerden yeniden merhaba diyecek…
Yani Rennan hoş gitmişti; bugün aramıza hoş gelerek dönecek…
Ve direnmek
Ve karanlığı yıkıp, aydınlığa yol döşemek…
Hayata sözümüz olsun…
“Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”…
Başka çare yok ki…
Yani, bu kez hayır…