“Yarım Kadın” kelamı, bu konudaki selis fikirlerini yakından bildiğimiz malum kaynağın son yumurtlamasıdır…
Evet, RTE Hazretleri, kadına bakışını, kitaplaştırma sürecinde artık yeni bir aşamaya geçiyor. Geçiş dedimse normatif bir değişkenlikten bahsettiğim sanılmasın; olan biten, bu konuya dair şey ettiği aforizmalarının bir külliyat oluşturduğudur ve nihayetinde artık kitaplaştırılabilir bir birikime de ulaşmış düzeyindedir.
Ya da şu değerlendirmede yapılabilir: Aslında bir geçiş falan yok ortada; bilinenlerin tekrarı ve fakat muktedirlik egosunun daha da tavan yapmasıyla ulaşılan bir üst perde…
Şahsın, bu psikolojizmine çok özel bir anlam yüklediğim falan da yok; hatta bu konuda konuşma isteğinden çok, siyaset yapış tarzı itibariyle, şahsın, “kadın kelamlarını”, gündem belirleyici özel bir meze olarak kullandığını düşünüyorum.
Toplumsal bağlamda ne denli serinkanlı olunmaya çabalanırsa çabalansın, önce kadınlar ve onların yanında düzgün durmayı beceren veya becermeye çalışan erkekler, bu kelamlara tepki veriyor. Böylece memleketteki hadiseler, birkaç gün perdeleniyor. Ortalık toz dumana oturuyor; bu arada siyaseten üstü örtülen ya da toplumun dikkatinden kaçırılan sütre gerisi kararlar, eylemler, tercihler yapılıp, bitiriliyor. Veya dış politikadaki başarısızlıklar biraz gölgelendirilmiş oluyor…
RTE ve ekibinin, Merkel’in sabrını taşırdığı, son Alman parlamentosu kararından aşikâr anlaşılıyor. Kuru sıkı bir hava atılmaya çalışıldı; büyük elçi geri çağrıldı ve hepsi bu işte. Sonrası yine hava gazıdır.
İhracatınızın yarısından çoğunu yaptığınız, teknolojisinin her biçimiyle gündelik yaşantınızın içine girmiş bir ülkeyle ne denli aşık atabilirsiniz ki. Ülkenin, dünyada bu denli yalnızlaşması; ülke adının, dünyadaki bazı terör örgütleriyle beraber anılmaya başlanmış olması, Orta Doğu politikalarının her cephesinden dışlanmış hale gelmiş olmak; Rusya ile külahları değişmiş olmanın getirisinin, Kilis’in Işid marifetiyle füzeyle dövülürken, sınır ötesine kafayı bile uzatamamak derekesine inmiş olması ve daha onlarcası. Yani ülke ve toplumsal görüntü olarak “yazık” bir manzara arz ederken, RTE’nin yaptığı, toplumun farkındalığını saptırma babında, bir anlamda bir konuya olan ihtiyaçtır. Bu da, çoğu kez olduğu üzere, “kadın kelamlarıdır”.
Kadının bedeninden, bu bedeni nasıl kullanacağına ve toplumsal işlevinin ne olduğuna dair en ayrıntılı düşünce ve yol göstericilikler RTE’nin bilgi dağarcığında ve ilgi alanının içindedir. RTE’ye göre kadın doğurmazsa, anne olmazsa “yarımdır”. Kimileri, bunu insani olmamakla bütünleştirmekte ve tıbben doğurganlığı olmayan kadına bunu bir hakaret olarak görmektedir. Kimisi, “sana ne” inatlaşmasını yeğ tutmaktadır. Kimisi, kadının hayattaki sosyo-ekonomik ve politik durumunu önceleyen uzun açıklamaların ve protestoların girdaplarına dalmaktadır. Sonuçta RTE, birkaç günlüğüne de olsa, istediğini sağlamış, daha büyük bir krize kadar gündemi değiştirmiş olmaktadır…
Galiba ve artık, bizler için, biraz buna uyanma vakti gelmiştir…
***
Erkin Özalp’in İleri Portal sayfalarında yer alan son yazısı “Diktatörler ve Kadınlar”, Hitlerden inciler ve faşizmin Alman sürümünün kadına bakışını irdeliyordu.
Bu yazı, bana ilk gençlik çağlarında okuduğum başka bir kitabı hatırlattı: “Louis-Charles Royer: İnsan Harası – Hitler’in Kızları”.
Kitabın varlığına dair yaptığım “Google soruşturması”, “İnsan Harası”nın, ilk kez; Refik Erduran, Ertem Eğilmez ve Haldun Sel’in çabalarıyla 1953 senesinde kurulan Çağlayan Yayınevi tarafından, B. Ersoy çevirisiyle yayımlandığını gösteriyor. Ucuz kitap serisi olarak yayımlanan ilk baskının kapağı da okuduğum yazıda yer alıyor. Böylece o ilk kitabı tam da hatırlamış oluyorum. Kitabın altı çeviri ve baskısı yapılmış. Hatta kitap, Türkiye’de akademik olarak tez konusu bile olmuş.
Yazar, doğumu bilinen, ölümü hakkında kayıt olmayan ve yazdığı “roserotik-pemberotik” romanlarla ün yapmış bir Fransız.
***
Romanın öyküsünü de mealen şöyle alıntılıyım: “İkinci Dünya Savaşı sırasında, Führer’in yazılı emriyle, Bavyera’daki Venüs Köyünde bulunan bir manastırda bir insan harası kuruluyor. Buraya kendi arzuları dışında genç (yaşları 25 altında olan); sağlıklı ve güzel kadınlar toplanıyor. Eğitim veya zekâ gibi seçici bir ölçüte dayanmayan, ancak güçlü-kuvvetli olması ve cephede kahramanlık gösterip madalya kazanmış sağlıklı ve tabiri caizse damızlık askerler seçilerek izne yollanıyor. Bu operasyonlara ve kampa ise Albay Kont Gunther von Kolz ve Doktor Heinrich Würzer adlarında iki subay memur ediliyor. Haradaki askerler, beğendikleri güzel ve sağlıklı bir kadını seçip on gün boyunca onlarla beraber oluyor. Askerlerin yegâne görevi beraber olduğu kadınını gebe bırakmak! Zira gebe kalan genç kadınlar, Führer’lerinin ırkçı-sapık fikirli yeni model Almanya’sı için, topuz gibi oğlanlar ve nur yüzlü kız çocukları doğurup, bunları eğitimleri için orduya teslim etmek zorundadırlar. Bu tuhaf çocuk fabrikasında, adeta bir savaş makinesine yedek parça üreten “İnsan Haraları” anlatılmaktadır.”
***
“Diktatör ve kadınlar” yazısı Hitler Almanya’sında Führer’in kadına bakışını, memleket örneğiyle örtüşen bir anlatım çizgisinden veriyor.
Ne acı ki, en az üç çocuk talebinden, evinde oturup çocuğa bakmak ve “kindar-dindar” bir nesil yetiştirilmekle memur edilmeye çalışılan bizim kadınlarımıza da biçilen rol adeta bir hara kısraklığından başka bir şey değildir.
***
Haziran Direnişi sırasında, analarımız ve bütün kadınlarımızın ne denli öncü olduğu hatırlanacak olursa, bir karabasanlar ülkesi olmaktan bizi çıkaracak ana gücün, yine kadınlar olacağı düşüncesini bir defa daha paylaşmak istedim.