İktidar ve “şahsım” sallanıyor. Artık burnunun dibine kadar girmiş bir kriz var. Ülke büyük bir ekonomik krizin içerisinde ve siyasi kriz buna paralel olarak çeperini genişleterek, yönetememe halini ortaya çıkarıyor.
Fırtına var, çatıları söküp atıyor ama “çok güzel esiyor” havasıyla ortalıkta dolanıyorlar.
Dondurucu bir ayaz zorluyor kapıları ama “pastırma sıcakları geldi” diyerek ceketlerini çıkarıyorlar.
Gerçeği perdelemek zor elbette lakin hiçbir şey yokmuş, olmuyormuş gibi yapmaya yapışan iktidar, parmaklarını şaklatmaya, ortalığa emirler yağdırmaya ve bürokratlarına “hey garson” kıvamında seslenerek, geniş adımlarla salınarak yürümeye devam ediyor.
Durursa batacak çünkü gemileri.
Durursa, gemiyi terk edecekler hızla atıp kendini denize, bir başkasının gemisine çıkacaklar.
Durursa, sorgulanacak kaptanlığı.
Durursa, durur gibi olursa, artık gemiyi idare edemediği duygusu büyüyecek ve kaçışın hançerini belinde saklayanlar, bir yılan tıslamasıyla saplayacaklar sırtına.
Durursa, “Hepimiz aynı gemideyiz” çağrısı boşa düşecek ve ilk yaklaşan gemiye halat atacak olanlar, arkasından sövüp, nasıl tutsaklık geçirdiklerine dair mağduriyetler yazıp, “yeni” gelene yandaşlık için, “çok şükür”lü dualar edecekler ve başköşeye oturup, yeni efendilerinin ceketini dilleriyle ütüleyecekler.
Gidecek olanla, gelecek arasında “akil insan” şeklini alacak olanların seslerini duyacağız yakında. Kim kazanırsa kazansın, kazanan tarafta olmanın yolunu ezber etmiş olanlardır çünkü onlar.
Ve evet, iktidar asla durmayacak.
Çünkü bellerde saklanan hançerlerin ışıltılarını daha net görüyor artık. Yaklaşanı hissetmek en büyük şüphedir ve o şüphe en çok kaybetme korkusunda büyür.
Adım adım gelen her şeyin, bir an içinde üstüne çökebileceğini bilmek, o andan ne kadar uzaklaşılmaya çalışılırsa çalışılsın, “ölü veya sağ” ele geçirilmektir.
Bu yüzden durmamalıdır, yavaşlamamalıdır, ne kadar uzatabiliyorsa ve süreyi uzatmak için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmalıdır. Daha önce yaptı, yine yapacak.
Yumuşak geçiş teorileri, iktidara elini güçlendiren bir ideolojik zemin sunuyor sadece.
Suçu devletle birlikte işleyenler, suç ortağı yaptıkları o devletin, yaşamak için en önce ortağını yiyeceğini de bilirler elbette.
Tam da bu yüzden anlaşmalı, uzlaşmalı, yumuşak geçişli olarak ısıtılan hiçbir söze güven duymazlar. Aksine o sözlerin üzerinden kendilerine “nefes” aralığı açıp, “gidecekler” beklentisini yaratanlara da, siyaseten “ağzınıza sağlık” çekerek, güç dengesi içerisinde “vazgeçilmez” olarak kalmaya devam ederler.
Bu, siyaset içinde güçlerini korudukça, toplumsal karşılıklarının olacağı anlamına gelmektedir ve siyaset içinde önemli bir güç olmayı korudukça “dokunulmaz” olacaklarını bilmektir.
Kendilerinin yargılanmasının, devletin de yargılanması anlamına geleceğine dair “kaderimiz birleşmiştir” sözü hiç de boş değildir. Irkçı politikalara kim sarılırsa, devlet tarafından onun korunduğu gerçeğinin, “bin operasyon yaptık” diyen Mehmet Ağar örneğinde vücut bulduğunu hatırlarsak, durumu daha net görmüş oluruz. Milliyetçi, şoven politikalara sarılan iktidar, kendisini neyin kurtaracağını çok hızlı görüp, pozisyon almış ve hatta işi daha ileri götürüp, yayılmacılığı da buna yedirerek el büyütmüştür. Osmanlıcılık hayali bu yanıyla, iktidarda kalmanın işlevsel bir aracıdır. Bu aracı uluslararası dengelere ve gidişata göre bir günde satabilir ve hatta tüm bu hayalleri bir günde mahkûm ederek, istenen pozisyona geçebilir.
R.Tayyip Erdoğan’ın her kalıba girebilen pragmatizmi, aynı zamanda iktidarının hayat öpücüğüdür.
O bu öpücüğü defalarca kendisine kondurmakla kalmamış, kimi yanına baston olarak aldıysa, onların da ağzından öperek, nefeslerini içine çekip iktidarına üflemiştir. Kendisi ayakta kaldığı sürece, kimin baston olacağının onun için bir önemi yoktur.
Müzakere sürecinden masa devirmeye, Cemaat ortaklığından 17-25’lere ve 15 Temmuz darbesinden MHP + Ulusalcı koalisyonuna kadar ana ve ara süreçlerinin özetidir biraz da bu.
Tüm bu oyunu ve koalisyonları kurabilmek hep güçlü kalabilmekle mümkün elbette. Oyun kurucu olmanın ilk şartı olan gücü elinde bulundurma hali, krizin derinleştiği ve göze görünür hale geldiği yerde artık bir zayıflık olarak görülmeye başlanacaktır. Sokak röportajlarında açığa çıkan vatandaş öfkesinin bile kaldırılamaz olması, bunun en somut örneğidir.
İktidar açısından siyaset içinde bir güç olarak kalmak ve “olmazsa olmaz” hale gelmek zorunluluğu var. Dengeler değişse bile, gücünü korumuş ve siyaset arenasında kalmayı başarmış olmak bile başlı başına bir “dokunulmazlık” kazandıracaktır. Ana Muhalefetin buna fit olduğu ise çok belli.
“Sokaktan uzak durun” çağrıları bu nedenle oldukça anlamlı! Çünkü sokakla başlayarak dalgalanacak olan bir öfke patlaması hem iktidarı, hem de ana muhalefeti zor durumda bırakacak.
“iktidarın istediği zaten bu” diyenlerle, AKP-MHP sözcülerinin “çıksınlar da görsünler sonlarını” arasında kurulan köprüye “gidecekler” ismini vermeleri bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.
Çünkü sokakta kazanılan değişim, iktidarları da, yerine gelecekleri de ürkütür. Sistem için bu, kabul edilemez olandır.
Çünkü kitleler değiştirme gücünü sokakta kazandıklarında, yeniden ve yeniden denerler.
“Gidecekler” sözü bir çaresizliğe dönüştüğünde, gitmemekte direnen, her türlü baskı ve zulmü bu çaresizliğin üstüne salacak, kendilerine bir yol bulamayan kitleler uzun ve ağır bir suskunluğa teslim olacaktır.
Suskunluğu kırmak için öne atılanlar, en ağır bedelleri öderler. Sol siyasetin artık daha fazla bedel ödemeye değil, ödenen tüm bedelleri kitlesel bir kazanıma dönüştürmeye ve bir güç olmaya ihtiyacı var.
Eğer bir yarın düşlüyorsak, Biden’ın değil, Morales’in “Tüm dünyanın sağcıları bilsin, barbarlar geri döndü” diyen sesini tercüme etmeliyiz.
Hatta o sese sahibiz: “Öyle mi Alay Komutanı?”
Küçümsenenlerin, horlananların, ezilenlerin sesini bir araya getirmenin yolunu, yordamını bulmalıyız. Sol, sosyalist siyaseti , “Vandallar” diyerek bastırmaya çalışanların karşısına kitlelerle birlikte çıkamadıkça, ezenlerin sesi hep yüksek kalacak.