Yarını kurmak ve 'çuvaldız'
Geçmiş deneyimleri bugünün gerçekliğiyle tanımlayıp, yarının kurucu öznesi haline getirmek, hepimize kazandıracak.
Bunun önemli bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Politik ve tarihsel referanslar içinde gezinmekten çok, (önemsiz gördüğümden için değil elbette) “yapan” ve “kuran” olma iddiasının sorumluluğunu, erteleyen bir kolaycılığa sürüklenme riskinden dolayı mesafeli durmayı tercih ediyorum.
Güncel olanı yakalamanın ve buna uygun bir siyaset geliştirmenin, bizi çözümün de öznesi haline getireceğini düşünüyorum. Özne olamazsanız sürüklenirsiniz çünkü. Özne olamazsanız tükenir, kendini tekrar eden söylemler etrafında takılı kalır ve bir süre sonra, siyaseten yarattığınız emeğin değerini kırarsınız.
Kurulu düzenin ve ona talip olanların, yarına ve ülkenin geleceğine dair karnına ağrılar girdiğini düşünmüyorum. O ağrıyı çekenler “amasız siyaset” yapmayı ilke edinmiş olanlar, yani yalansız dolansız, halktan yana siyaset yapanlara ait.
Kazanmanın ruhunu ötelemiş, kazanmanın gücünü yitirmiş bir anlayışın, bunu statükoya dönüştürmesi ve kendini dar bir alana hapsederek, iri cümlelerden ibaret söylemlerin dışına çıkamayışı, aslında bugünümüzün ve önümüze çıkan fırsatların da bir nebze canına okuyor. “Olmazlar”, şartlar ve koşullar ne kadar uygun olursa olsun, bir bahane bulmaya, bulduğu bahaneyi teorikleştirmeye dönüşüyor. Kazanmayı unutmaktan kastım tam olarak bu.
“Yaşasın halkların kardeşliği ama”, “Barış diyelim ama”, “Bir değişim olacak ama”, “özne olalım ama”, “Tamam haklısın ama”, “LGBTİ+ ama”, “Soykırım ama”, “Kürt sorununun çözümü ama…” Her sorunun, talebin, mücadelenin yanına yöresine konan bu “ama”lar, aslında hiçbir şey dememenin, diyor-muş gibi yapmanın kullanışlı bir bağlacına dönüşüyor ve siyaseten hiçbir şey yapmamanın anlayışını hayatın geniş alanına hâkim kılıyor.
Bu sadece sol siyasetin bir açmazı değil, aynı zamanda genel Türkiye siyasetine hâkim olan vasatlıkla da ilgili.
“Vasatın gücü” yaşamımızın her alanına nüfuz ediyorsa, her boşluğu dolduruyor ve ele geçiriyorsa, mecburiyetlere teslim oluşumuzdandır. Ona karşı direnmenin yolunu, yordamını bulmak yerine, seyircisi olmayı tercih edişimizle ve bilinmez bir yarını hedef göstermemizle ilgilidir.
Demirtaş’ı güçlü kılan şey sadece ilkeli ve eyvallahsız duruşu değil, aynı zamanda geleceğe dair konuşmasıdır. Düne sıkışıp kalmayı reddedişidir. Bugünden geleceği inşa etmeye dair kurduğu, önerdiği ve olabileceğine dair verdiği güvendir. Çünkü toplumun, siyasetin, siyaset öznelerinin asıl ihtiyacı olan şey bu.
Yarını nasıl kuracağız sorusunun cevabı da bu yaklaşımın içinde. Yarını kazanabilmek için dünü değil bugünü konuşmak, bugünü kurmak için yarına cesurca kolları sıvamak ve risk almak ile ilgili.
6 İttifak’ın yarına dair verdiği tek umut, AKP iktidarının gideceği üzerine. Elbette bu bir umuttur lakin yerine gelecek olanın, sorunlarla kavrulan topluma ne önerdiği belirsizdir. Çözüm önerileri ortada yoktur. Ne kadar çözüm üretebileceklerine dair elimizdeki tek veri, AKP’den kopmuş olanlarla, MHP içinden çıkmış partilerin ideolojik yaklaşımlarıdır. Onları güçlü kılan, toplumu adım adım bir mecburiyete mahkûm etmeleridir. 6 ittifak bu yanıyla, mecbur bırakıldığımız bir “çözüm” adresidir. İronik ve acı elbette.
Peki üçüncü yolu yaratmak mümkün mü?
Bu iddiayı taşıyan ve etki gücü 6 ‘lı ittifakın çeperindeki partilerden daha güçlü olan HDP+Sol ittifak bunun öncüsü olma iddiasına taşıyan tek alternatif. Mümkün mü? Evet.
Demirtaş’ın yazısı üzerinden farklı taraflara çekilen ve kimi arkadaşların “Türk-Kürt devrimcilerinin görevi” üzerinden tartıştığı, kimilerinin tırnaklayarak farklı noktalar üzerinden niyet okuması yaptığı hal, “yarını nasıl kuracağız” sorusunu bir kez daha boşluğa bırakıyor ama bu tartışmadan kaçamayacağımız gerçeği de ortada duruyor.
Oysa bu tartışmayı yapmalıyız. Üçüncü yolun, Türkiye siyasetinin belirleyicisi ve alternatifi olma iradesini nasıl ortaya koyacağı, aynı zamanda nasıl bir gelecek istiyoruz sorusuna cevap olacak çünkü.
Ya dar alanlara sıkışacak ve var olanı korumaya odaklanacak (ki bu boşluğu 6’li ittifaka bırakmak olur) ya da mecburiyetlere sıkışmış milyonlara bir başka seçeneğin daha olduğunu ve bu seçeneğin tüm Türkiye’ye ve Türkiye halklarına ait olduğunu, siyasetiyle, söylemiyle, tavrıyla ortaya koyacak.
Böylece hem AKP-MHP iktidarının elindeki şiddet silahını, hem de 6’lı ittifakın mecburiyetlere yaslandığı rahatlığı sarsacaktır. İkisi arasında dengeyi değiştirme gücünü elde tutmak ama aynı zamanda üçüncü yolun “Yeni Türkiye” olduğunun güvenini vermek, özgür, adil ve barış içinde yaşamak isteyen milyonların, yarının gerçek öznesi ve yaratıcısı olmasını sağlayacaktır.
Özetle ifade etmek gerekirse, geçmişin kodları ile bugünün beklentileri arasında ne kadar çok gel-git yapılırsa, güven duygusu o kadar çok boşluğa düşecektir. Basit bir örnekle ifade etmek gerekirse, şiddetin her türüne karşı çıkmakla, “haklı şiddet” temelinde konumlanmak, sadece kafa karışıklığı yaratması bir yana, “gizli ajandaları var” algısını ve duygusunu besleyecektir. (ki her iki ittifak bu algıyı sürekli olarak besliyor) . Bu nedenle, ne kadar “amasız”, “fakatsız” olunursa, güven ve gerçeklik o kadar büyür. Güven ne kadar büyürse, yapabilme hedefine odaklanmak, o hedefi aşmak, milyonları o hedef etrafında bütünleştirmek, iki ittifak arasına sıkışmış olanları üçüncü yol etrafında kenetlemek mümkün olacaktır. İkircikli tutumlar, insanların tercihlerini, iradelerini de belirliyor. İkircikli tutumlar, “ama”ları çoğaltıyor sadece ve vasat olanın sözünü, cümlesini yükseğe daha yükseğe taşıyor.
Anket sonuçlarından bağımsız olarak, şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmak çok mümkün. Özellikle seçim barajının %7’e çekilmesi, üçüncü yol anlayışının, alternatifinin bir handikabı haline gelebilir. “Olmaz” dediğimiz her şeyin başımıza geldiğini bu yanıyla akılda tutmakta fayda var. %10 barajını aşmak motivasyonu yüksek bir hedefti. Şimdi onun yerini dolduracak yeni bir hedef ve bu hedefi aşacak yeni bir anlayış kendini var edemezse, anketlerde çıkan sonuçların rehaveti, kitleleri de aynı rehavete sokabilir.
Seçim öncesi bir savaş ve işgal senaryosu ve muhalefetin iktidarın etrafında “beka” temelli sıralanması, üçüncü yolu yalnızlaştırıp, “terör” algısına hapsedebilir.
Üçüncü yol etrafında durmaya çalışan yüzbinler, 6’lı ittifakın manipülatif sağ politikalarının etrafında toplanarak, “meşru alan” konumuna geçebilir. Yan yana durmanın bir bedel gerektirdiğini en iyi kitleler bilir çünkü. (Bedel ödemekten yorulan ve kazanmak isteyen kitlelerin, kazanan tarafta olma duygusu ise çok anlaşılır.)
Öyleyse, şimdiden kazanmayı hedefleyecek, derdi anlatabilen siyaset dilini kuracak ve her iki ittifakın da elinden “manipülasyon” silahını alacak bir hattın inşası olmazsa olmaz diyebiliriz.
“Çuvaldızı”, birbirimize batırmak, durduğumuz yeri yeniden var etmeyi ve sıkıştıkça ezberleri koruyan yeri yıkıp, yeni bir alan açmayı tarif ediyor.
İktidarın sürekli bizi bağıran, çağıran duruma düşürmesi ve dar alan siyasetine iterek, öfkeyi çözümsüzlüğe sürüklemesi, kutuplaştırma siyasetine farkına varmadan omuz veren bir pozisyon yaratıyor. Öfke, politik karşılığı olduğunda, doğru zamanda ve doğru yerde kendisini ifade ettiğinde anlamını buluyor. Oysa esprinin, zekanın ve sakinliğin gücünü yeniden keşfetmeliyiz. Anlattığımız duygunun sarıp sarmalanması buradan geçiyor ve bu alanda bir boşluk olduğu çok net. İnsanlara tebessüm ettirdiğimiz, zekanın gücünü hissettirdiğimiz her alan, kazandığımız yerdir diyebilirim.
Başa dönersek, dünü değil yarını konuşturmalıyız artık. İkircikli tutumlardan ve söylemlerden arınmalıyız. Tabularımız ile bugün arasında, bugün ile geçmiş kodlarımız arasında kurmaya çalıştığımız her şeyin, ayağımıza, dilimize pranga olup olmadığı üzerine düşünmeliyiz.
Geçmiş deneyimleri bugünün gerçekliğiyle tanımlayıp, yarının kurucu öznesi haline getirmek, hepimize kazandıracak.
Yarın için kazanmanın siyasetini kurmak, kazanmak için bugüne cevap olmak tek yoldur belki de.