Korku filmlerinin izleyici potansiyeli, aksiyon, komedi, dram veya aşk filmlerininkiler kadar geniş olmasa da korku sinemasının çelik çekirdek denilebilecek bir izleyici kitlesi her halükarda mevcuttur. Bir zamanlar örneğin duygusal filmlerin müdavimlerinin esasen kadın, korku filmlerinkinin ise esasen erkek izleyiciler olduğu varsayılırdı. Oysa en azından son 10-15 yıldır gözlemim, ülkemizde vizyona giren korku filmlerinin izleyicilerinin çoğunun ‘kızlı-erkekli’ genç çiftler veya sıklıkla ‘kız kıza’ sinemaya gelmiş ‘kız arkadaşlar’ olduğu şeklinde; öte yandan herhangi bir korku filmine ne tek başına, ne de başka erkek arkadaşlarıyla gelmiş erkek izleyicilere pek sık rastladığımı anımsamıyorum. Bu durumun sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik açıklaması olarak peşinen kestirme yargılara varmak istemem ama günümüzde genç kadınların, en azından şehirli genç kadınların, fi tarihinden bu yana kadınlara atfedilen “hassas, “narin”, “duygusal”, “ürkek” gibi geleneksel kalıpların artık dışında olduğunu veya dışına çıkma arzusu sergilediklerini ortaya koyduğunu temkinli olarak öne sürebilirim.
Öte yandan izleyici profili bir yana korku sinemasının kendisi de zaten toplumsal cinsel kimliklere dair algılardaki, bu kimlikler arasındaki ilişkilerdeki hem egemen yönelimlerin, hem de değişim eğilimlerinin en dikkate değer biçimde yansıdığı popüler türlerin başında gelir. Ayrıca korku sineması toplumsal cinsel kimlik bağlamındaki sorunsalların dışında da sıkça diğer toplumsal, hatta doğrudan güncel siyasetle bağlantılı minvallerde öyküler perdeye getiren ürünler çıkara gelmiştir.
Son haftasına girmekte olduğumuz bu yıl boyunca bu köşemdeki haftalık yazılarımın beşini, biri yerli yapım olmak üzere korku filmlerine ayırmışım. Bunlardan Thelma, bu yılın yalnızca en favori korku filmlerinden biri değil, kanımca yılın genel olarak en dikkate değer filmlerinden biriydi. Tutucu ebeveynler tarafından yetiştirilmiş, doğaüstü güçlere sahip bir genç kadının üniversite eğitimi için geldiği büyük şehirde yaşadıklarını öyküleyen bu Norveç ağırlıklı çok-uluslu ortak yapım, tekinsizlik üzerine kurulu etkileyici atmosferinin yanı sıra “kadınlık hallerinin” sinemada temsiline ilişkin ilginç ve tartışmaya açık bir çalışmaydı. Bir iblisin yeryüzünde hayat bulabilmesine dönük uzun vadeli bir plan uygulamakta olan bir tarikatı konu alan Ayin (Hereditary) ise gerçekten de son derece tüyler ürpertici mizansenleriyle belleklere kazınmakla birlikte anlatısı deşifre edildiğinde, psikanalizin terimleriyle konuşacak olursak kadınların kudret arayışı içinde “fallus takıntısını” veri alan ve dolayısıyla erkek-egemen parametreler içinde bir korku filmi sayılabilir.
Yılın hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğüm son derece kalburüstü bir korku/şiddet filmi ise dar mekan gerilim kalıplarını açık arazide dar alan formuna çok başarılı biçimde uyarlayan Dehşet Yolu’ydu (Downrange). Düşük bütçeli bir Japon-Amerikan ortak-yapımı olan Dehşet Yolu, 1970’lerden bu yana klasik korku sinemasıyla bir kopuş teşkil eden, bir erkek tarafından kurtarılmak yerine canavarla/psikopatla kendi başına savaşıp hayatta kalmaya çalışan mücadeleci, direngen genç kadın tiplemesinin ilginç bir varyasyonunu sunuyordu.
Doğrudan politik yönelimli korku filmleri içinde korku/aksiyon karması niteliğindeki İlk Arınma Gecesi (The First Purge); distopik bir yakın gelecekte ABD’de faşizan Yeni Sağ iktidara karşı varoşlarda filizlenen silahlı direnişin nüvesini odağına alıyordu ve 266,000 izleyici çekerek yılın ülkemizde gişede en başarılı yabancı korku filmi oldu. Korku sineması başyapıtlarından Suspiria’nın (1977) aynı adlı yeniden çevrimi ise Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu ve Almanya’nın Nazi geçmişi gibi tarihsel-siyasal motifleri temel anlatısıyla anlamlı biçimde bağdaştıramadan iğreti biçimde filme monte etmesiyle siyasal/tarihsel bağlamlı korku filmi özentisi olarak kaldı.
Az yukarıda andığım Dehşet Yolu’yla birlikte yılın hak ettiği ilgiyi görmeyen bir diğer korku filmi ise İrlanda yapımı Lanetli Konak’tı (The Lodgers). Basın öngösterimi yapılmadığı için vizyona girdiğinde bu köşede yer veremediğim gotik korku filmi Lanetli Konak, yalnızca konusu İrlanda’da geçen değil, altmetinsel olarak İrlanda hakkında bir film olduğu sezinlenen bir çalışmaydı. İlaveten, filmi bu bağlamda daha da ilginç yapan husus, “İrlanda hakkında” ifademin yaratabileceği izlenimin aksine, örneğin İrlanda’nın İngiliz tahakkümü karşısındaki tarihsel konumunu değil, tersine belki de İrlanda milliyetçiliğini, “biz bize yeteriz zihniyetini”, içe kapanıklığını alttan alta eleştiriyor gibi görünmesiydi… (*)
Yılın bir diğer gotik korku filmi ise aynı zamanda en yaygın biçimde gösterime giren ve de 245,000 izleyici çekerek gişede en yüksek başarıyı gösteren korku filmlerinden biri olan Dehşetin Yüzü’ydü (The Nun). Çok iyi tasarlanmış ve çok ustaca sahnelenmiş gotik mizansenleri perdeye getirmekle birlikte tutarlı bir atmosfer duygusunu film boyunca istikrarlı biçimde külliyen muhafaza edemediği için Dehşetin Yüzü beklentilerimi tam olarak karşılayamadı; en azından kanımca potansiyelinin altında kalan bir çalışmaydı.
Bu yıl vizyona giren diğer korku filmlerinden izleyebildiklerim arasında Ziyaretçiler: Gece Avı (Prey at Night); Hayalet Hikayeleri (Ghost Stories); Şeytan Kapısı (Devil’s Gate) ve Doğmamış’ı (Still/Born) yüksek olmayan beklentilerle izlendiğinde korku sineması severleri belli ölçülerde memnun edebilecek filmler olarak sayabilirim. Öte yandan Predator ise dokusuna mizahın başarılı biçimde yedirildiği bir canavar filmiydi.
Yılın yerli yapım korku filmleri içinde ise Can Evrenol imzalı Ev Kadını (Housewife); yalnızca dört bin izleyicide kalarak gişenin dibine çakılsa da yılın, hatta son birkaç yılın en iyi yerli korku filmiydi. Son derece stilize ve ayrıca erotik bir çalışma olan (ve bu özelliğiyle, içerdiği erotizm dolayısıyla, yalnızca yerli korku sineması içinde değil genel olarak günümüz Türkiye sineması içinde ayrıksı bir nitelik kazanan) Ev Kadını’nın temel defosu, besbelli dış pazarlara açılma düşüncesiyle İngilizce çekilmiş olmasıyla bağlantılı olarak repliklerin, diyalogların yapay kaçmasıydı.
Yerli korku sinemasının öne çıkmış yönetmenlerinden Alper Mestçi’nin bu yıl vizyona giren iki filmi, Üç Harfliler: Beddua ve Siccin 5 ise yerli korku filmlerin -zaten yerlerde sürünen- ortalamasının üzerinde olmakla birlikte Mestçi’nin geçmişteki en iyi çalışmalarının düzeyinde değillerdi ancak her iki film de gişede sırasıyla 340,000 ve 633,000 izleyiciye ulaşarak kayda değer başarı elde ettiler; hatta Siccin 5, Dabbe: Zehr-i Cin’in (2014) ardından tüm zamanların en çok izlenen yerli korku filmi oldu.
(*) Lanetli Konak, hak ettiği ilgiyi genel olarak görmese de aylık korku sineması dergisi Alacakaranlık doğal olarak bu açıdan bir istisna oluşturdu; Laneti Konak hakkında kapsamlı ve benimkinden biraz farklı bir okuma için bkz.: Anıl Koç, ‘Değişen Dünyada Gotik Bir Misal’, Alacakaranlık no. 14 (Mayıs 2018); sf. 4-5.