Açıkça söylemek gerekirse ülkemiz sinemasının en ‘dişe dokunur’ ürünleri kurmaca filmlerden ziyade belgesellerden çıkıyor. Kurmaca filmlerimiz içinde de kuşkusuz örneğin geçen yıl izlediğimiz Ana Yurdu veya önümüzdeki haftalarda vizyona girecek Kaygı gibi sanat camiamız tarafından yanına yaklaşılmayan sulara açılmaya cüret eden örnekler çıkıyor ama bunlar ne yazık ki istisnalar olarak kalıyorlar. Belgesel sinemamız ise, biraz da bu mecranın doğası gereği, bu ülkenin düşünen, vicdanlı, kaygılı ama yılmamakta direnen insanlarına değen, acıtan, düşündüren, bazen motive edebilen, en azından yalnız değiliz hissiyatını perçinleyen ürünleri daha sıklıkla çıkarıyor. Bu yılki Ankara Uluslararası Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması seçkisi bu açıdan oldukça doyurucuydu.
Ulusal Belgesel Yarışması kapsamındaki toplam 17 filmden izleyebildiğim 11’i içinde hem beni, hem de edindiğim izlenim itibariyle salondaki izleyicilerin genelini en fazla etkileyen belgesel, Mustafa Ünlü’nün 10 Ekim 2015 Ankara Emek, Barış, Demokrasi Mitingi’nde yaşanan katliama dair Ah’ıydı. Ah, katliam gününe dair sözlü tanıklıklıkları perdeye getirirken acımızı tazelemenin ötesinde bu vahşetin boyutlarını, ona bizzat maruz kalmışların ağzından dinleyerek daha fazla duyumsamamızı sağlıyor ve sonuç bölümünde bu acı ile nasıl başedilebileceği, bu vahşete maruz kalmış olmanın travmasının atlatılmasının nasıl mümkün olacağı sorusuna aldığı “dayanışma ile” yanıtlarıyla da çıkış yolunu işaret ediyor.
Ah’ın, 10 Ekim Katliamı’nı spesifik olarak 2015’in siyasi konjonktürü ile bağı üzerinden tarihsel yerine konumlandırmadığı bir gerçek ama vakanın başka belgesellerin konusu olabilecek, olması gereken bu boyutunu dillendirmenin bu belgeselin amacı olmadığı, bu belgeselin ise kendisi için net biçimde belirlemiş olduğu amacını (birinci elden tanıklıklar üzerinden vahşetin boyutunu duyumsatıp bu vahşet karşısında “dayanışmaya” yine aynı özneler üzerinden işaret etmek) yüzde yüz başarıyla gerçekleştirdiği atlanmamalı; Ah, analitik bir belgesel değil, son tahlilde bir sözlü tarih çalışması denilebilir ama öyleyse de çok başarılı bir sözlü tarih çalışması: o gün o mekanda bulunmamış olanların, o gün o mekanda bulunmuş olanların ne yaşamış, ne hissetmiş ve bugün ne düşündüklerini bundan daha iyi kavrayabilmelerini sağlamak mümkün olamaz. Öte yandan, bir elinde cımbız bir elinde ayna minvalindeki çevrelerden belgeselin biçimine gelebilecek “konuşan kafalardan ibaret” (!) eleştirisini ise her tür ‘biçimci’ yönelimin, izleyicinin dikkatini dağıtarak ve takdirini bu biçimciliğe yönlendirerek bu belgeselin etkisini azaltacağı karşı görüşü ile karşılarım. Kuşkusuz belgesel mecrasında yaratıcı anlatım biçimleri arayışı doğru bir yönelimdir ama bu yönelim mutlaklaştırılmamalı, çünkü bazı vakalarda ise tam tersine en yalın anlatım biçimi en etkili anlatım biçimi olabilir.
Yarışmadaki etkileyici ve başarılı diğer belgeseller arasında Üçyüzbir ve Vank’ın Çocukları’nı da anmak gerek. Alican Mansuroğlu imzalı kısa metraj Üçyüzbir, 2014 Soma Maden Ocağı Katliamı’nı yine sözlü tanıklıklar üzerinden perdeye getiriyor. Üçyüzbir’in belki de en çarpıcı anları ise Tayyip Erdoğan’ın “fıtrat”, vb söylemlerini içeren beyanatlarını da arşiv görüntüler üzerinden perdeye getirip öfkemizi tazelettiği anlar. Yarım saatten kısa süresi içinde konunun pek çok boyutuna değinmiş olmayı tercih eden belgesel, bu amacını bu kısa sürenin elverdiği ölçüde başarıyor. Vank’ın Çocukları ise Dersim Katliamı’nın nispeten az bilinen bir yönü olan evlat edinilerek Türkleştirilmiş ve Sünnileştirilmiş Dersimli öksüz kızları konu alan Dersim’in Kayıp Kızları üst başlıklı iki belgeseliyle tanıdığımız Nezahat Gündoğan’ın yeni çalışması. Gündoğan, Vank’ın Çocukları’nda bu konunun daha da az bilinen bir başka yönüne, 1938’de aynı muameleye maruz kalan Dersimli Ermenilere odaklanıyor. Vank’ın Çocukları da, Gündoğan’ın önceki çalışmaları gibi ‘araştırmacı belgeselcilik’ denilebilecek bir uğraşın ürünü.
Ankara’daki tarihsel bir toplu konut bölgesinin tahliyesine karşı verilen direnişi aktaran Kırmızı Kurdele ile endüstriyel balıkçılığın Istanbul Boğazı’nda ekolojik yaşamı tahribini mercek altına alan Lüfer bu yılki belgesel yarışmasında izleyebildiğim ürünler içindeki diğer sosyal-eleştirel çalışmalardı ve her ikisi de meramlarını hakkıyla anlatmayı başarmaları açısından takdiri hakediyorlar. Kuşkusuz yarışmadaki dikkate değer filmler yalnızca sosyal sorun odaklı belgesellerden ibaret değildi: Giresun’un dağlık bir yöresine özgü ıslık dilini belgeleyen Işıklık ve kayak sporcusu olarak kendilerine yeni bir yaşam çizen Karslı genç kadınların öyküsünü aktaran Nazlıcan Serin Yayla Çiçeği de ülkemiz belgesel sinemasının zenginliğinin diğer veçhelerinin örnekleri olarak öne çıkıyorlardı.